31 Mayıs 2009 Pazar

Kötü Kokular, Karışık Hisler - Tuvalet Eğitimi Üzerine

Sonunda biz de başladık. "Hele bir yaz gelsin de, o zaman düşünürüz" dediğimiz tuvalet eğitimi işine okuldaki öğretmenimizin "Önümüzdeki hafta başlıyoruz, ona göre" şeklindeki yönlendirmesi ile biz de girdik. Birkaç gündür maaile 15-20 dakikada bir tuvalete taşınıyor, denk getirirsek sevinç çığlıkları atıyor, ama çoğunlukla "kaza eseri" evin bilumum köşelerinde temizlik yapmak zorunda kalınca bunun yarattığı hayal kırıklığını Deniz'e belli etmemeye çalışarak "olur böyle vakalar" şeklinde geçiştirmeye çalışıyoruz.

Gün içindeki gidişata göre bir "Yok, bu böyle olmayacak, henüz hazır değil galiba" diye umutsuzluğa kapılıyor, bir "Oldu bu iş!" diye seviniyoruz. Histerik durumdayız!

Çocuk büyütmenin yer yer çok karışık ve öğrenilen bir süreç olduğuna inandığım için hamile kaldığımdan beri bu konularda hep okudum, hala da okuyorum. Tuvalet eğitimi konusunda yaptığım "çalışmanın" bulgularını burada paylaşmak istiyorum; nitekim okul öncesi çocukların annelerini ilgilendiren konuların başında geliyor.

1. İnternet: Deniz'e hamile kaldığım 2006'nın Mart ayından beri Baby Center sitesinin günlük hitlerinin ciddi bir bölümünün bana ait olduğu konusunda oldukça iddialıyım. Tuvalet eğitimi konusunda da yöneldiğim ilk adres burası oldu. "Potty Training" diye arama yapınca uzmanlar tarafından kaleme alınmış yığınla makale çıkıyor karşınıza.

AÇEV'in 7 Çok Geç sitesinde de pratik bilgiler var.

2. Kitap: Bebek bakımı konusunda yazılmış tonla kitap var ama bir noktadan sonra hepsi birbirinin tekrarı gibi geliyor bana. Kafamı da karıştırıyor onlarca kitap. Ben Deniz doğduğundan beri en güvenilir kaynak olarak Amerikan Pediatri Derneği'nin Caring For Your Baby and Young Child kitabını benimsedim. Yenidoğan bebeğin bakımından 5 yaşındaki çocuğun ruhsal gelişimine kadar tüm konular basit ama bilgilendirici bir şekilde işlenmiş. Türkiye'de bulunabiliyor mu emin değilim ama edinmeye mutlaka değeceğini düşünüyorum.

3. Anneler: Bu yoldan geçmiş annelerden daha iyi kaynak olur mu? Bu işe girişmeden önce de civarımdaki bu işi kotarmış annelere danışıp durdum. Etraftaki annelere mutlaka sorulmalı. Baby Center'in Community sayfalarında konuşan annelerin de bu konuda neler yaptıkları, neler yazdıkları da okunmalı; başkalarının tecrübelerini öğrenmek çok yardımcı oluyor.

Şu ana kadar benim vardığım sonuçlar şu oldu:

Anne sabaha kadar "Ben hazırım" desin, çocuk hazır olmadıkça elden bir şey gelmez. Deniz hazır mı? Sanırım onu anlamak için böyle bir girişimde bulunduk. Çok direnirse yapacak bir şey yok, geri adım atacağız.

Ödül sistemi önem taşıyor. Çocuk hâlihazırda bezine yapmaktan mutlu. Oyunun ortasında kalk tuvalete taşın, çiş/kaka yap, popo sil, elini yıka, ucunda bir şey yoksa niye uğraşsın ki?! Anne arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine biz de Deniz'e bir çizelge hazırladık. Her başarılı girişimden sonra kutucuklara küçük çıkartmalar yapıştırıyoruz. Pandalar, ördekler, timsahlar... Çiş yoksa çıkartma da yok. Hele kaka yaparsa hepimiz yaptığımız işi bırakıp çılgınca seviniyor, sonra da odasının duvarına "Kocaman" çıkartmalar yapıştırıyoruz.

Kaka olayını dün ilk kez becerdiğinde hem çok sevindi, hem de çok şaşırdı bizimki. Önce dikkatlice bakıp "bu büyüüük, bu daha büyüüük, bu da en büyük!" diye nitelendirdi lazımlıktakileri. Pek bir hoşuna gidince de bir kaç kere daha denedi. Ama bu hevesi sürekli sürecek mi, yoksa genelde duyduğum gibi "o benim, tuvalete yar etmem!" diye sahiplenip paylaşmaktan çekinecek mi, hep birlikte göreceğiz.

En azından ilk günler evde vakit geçirilmeli. Hele de havaların güzelleştiği, sağda solda çocukla gidilecek bir sürü yer, yapılacak bir sürü şeyin olduğu şu günlerde eve hapsolmak zor olsa da dışarıda 15 dakikada bir tuvalete taşınmak çok zor. En iyisi evde kalıp, kitaptı, boyaydı, oyundu derken bu işe konsantre olmak.

Henüz bu konuda çok yeniyiz. Daha bir hafta bile olmadı. Ne kadar sürecek, nasıl şekillenecek, merakla bekliyorum. Deneyimlerimi, öğrendiklerimi ben de burada paylaşacağım, diğer annelere yardımcı olabilmek için.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

TNT Ekspres Kitap Toplama Kampanyası

Uluslararası kargo şirketi TNT Ekspres son 10 yıldır her yıl Mart ayının son haftasına denk gelen Kütüphaneler Haftası'ndan başlayarak Eylül'ün ilk haftasındaki İlköğretim Haftası'na kadar bir kitap toplama kampanyası yürütüyormuş.

Kitap bağışlamak isteyenler TNT'nin 444 0 868 numaralı telefonlarını arıyorlarmış; TNT Türkiye kuryeleri de gelip kitapları ücretsiz teslim alıyorlarmış.

TNT'nin, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Zeytinburnu Şubesi ile birlikte yürüttüğü kampanya boyunca geçtiğimiz 9 yılda toplanan 3,5 milyon kitap 1,073 okula dağıtılmış. Ne güzel!

Kampanya kapsamında Milli Eğitim Bakanlığı’nın öngördüğü yayınlar ile gençlik klasikleri, çocuk klasikleri, üniversite ve Anadolu liseleri hazırlık kitapları, çocuk hikâyeleri, psikoloji kitapları, çocuk romanları ve öğretmen eğitim kitapları toplanacakmış.

Bakın bakalım kütüphanenize, bağışlayabileceğiniz kitaplarınız var mı? "Yok, ben kitabımdan vazgeçemem" diyorsanız -vardır öyle takıntısı olanlar- gidin bir kitabevine; alın birkaç tane klasik, bir-iki hazırlık kitabı; arayın 444 0 868'i; kapınızdan gelip alsınlar. Ben öyle yapacağım.

Kampanyayla ilgili detaylı bilgi TNT'nin sayfasında var. Tanıtım broşürü de aşağıda...


28 Mayıs 2009 Perşembe

Doğal doğum dersleri işe yaramıyormuş!

İsveç'te yapılan, yaklaşık 1,000 anne adayının katıldığı bir araştırmaya göre doğal doğum kurslarında verilen rahatlama ve nefes egzersizleri doğum sırasında epidural alımını azaltmıyormuş.

Anne adaylarını iki gruba bölmüşler: 1. Doğum sancılarıyla doğal yollardan başa çıkmaya çalışanlar ve 2. Ağrı kesici kullanmayı tercih edenler.

İki grubun da yarısından biraz fazlası epidurali tercih etmiş.

İki grup arasında epidural alanların oranı açısından fark olmadığı gibi vajinal doğum-acil sezaryen oranı arasında da fark yokmuşmuş.

Bu araştırmayı yapanların vardığı sonuç, gevşeme tekniklerinin öğretildiği derslerin epidurale ihtiyaç duyan anne sayısını azaltmadığı ve doğum sürecini kolaylaştırmadığı imiş.

Yok ya?!

Her kim bu araştırmayı yaptıysa, daha doğrusu yaptırdıysa, İsveç'in dışındaki annelere de danışmaları gerekli. Mesela bana. Çünkü ben tam da bu sebeple -doğal doğum derslerine katıldığım için- doğal doğum yapabildim. Yani benim durumumda rahatlama ve nefes alma egzersizleri epidural alımını gayet de azalttı. Ve benim gibi bir sürü anne olduğundan da eminim.

Doktoruma doğal doğum yapacağımı söylediğimde desteklemiş ancak hazırlanmam gerektiğini söylemişti. Ciddi bir ağrı ile karşılaşacağım için ilaç almak istemem durumunda hayal kırıklığına uğrayacağımı ve moralimin de çok bozulacağını eklemişti.

Onun tavsiyesi üzerine HypnoBirthing derslerine katıldım. İyi ki de yapmışım. Çünkü:
  • Derslerde öğretilen teknikler sayesinde ne zaman nasıl nefes almam gerektiğini öğrendim.

  • Ağrının doğumun doğal bir parçası olduğunu, sancılardan korkmayı değil, tam tersi bebeğimin gelişinin habercisi olduğu için onları heyecanla beklemeyi öğrendim.

  • Vücudumun bebeğimi doğurmak için gerekli donanıma sahip olduğunu, bebeğin ya da benim can güvenliğimiz açısından gerekmedikçe her türlü tıbbi müdahaleyi reddetme hakkım olduğunu öğrendim.

  • Normal doğumla ilgili anlatılan korkunç doğum hikâyelerini kulak ardı etmeyi, pozitif düşünmeyi, bu işi "başarmak" için gerekli cesaretin her kadında olduğu gibi benim de içimde olduğunu öğrendim.

Ve sonuç olarak, ders almasaydım hem ne ile karşılaşacağımı bilmediğim, hem de tam pes etmeye çalıştığım noktada aslında bebeğimi kucağıma almak üzere olduğumu bilmediğim için mutlaka epidural isteyecekken, sadece ve sadece kendimi eğittiğim için buna gerek duymadım.

Doğal doğum derslerine katılmış biri olarak derslerden edindiğim bilinçle epidural almamayı tercih ettiğim için bu İsveç kökenli araştırmanın vardığı sonucu çürütmüş oluyorum: Doğal doğum kurslarında verilen rahatlama ve nefes egzersizleri doğum sırasında epidural alımını pekâlâ da azaltıyordur efendim. En azından bir tane azaltmıştır -- bkz: ben.

---

Anneler, birleşin!

Birisi gelip de "Ey Blogcu Anne, annelikle ilgili tavsiyelerin nelerdir?" diye sorsa ilk cevabım "Tez elden bir oyun grubu bulunmalı, yoksa da oluşturulmalı" olur.

Ancak bahsettiğim Gymboree gibi, Playtime gibi ücret karşılığında gidilen oyun grupları değil. Onların da faydaları tabii ki var; ki biz de Deniz'le gitmiştik.

Ama ben gayet mütevazı bir şekilde, evde annelerin bir araya gelmesiyle oluşturulan 'ev işi' ve 'ev içi' oyun gruplarından bahsediyorum.

Neden?

İnsan çocuğu olduktan sonra gündemi tamamen değişiyor. Birkaç ay öncesine kadar su pompası ile göğüs pompası arasındaki farkı bilmezken bir anda hangi mama gaz yapmıyor, hangi bebek monitörü cızırtı yapıyor, hangi marka puset daha hafif gibi konular üzerinde uzman oluyorsunuz. Hele de benim gibi yakın arkadaş grubunuzda sizden başka anne olan yoksa bu tip konuları konuşabileceğiniz bir anne grubu hayati önem taşıyor.

Nasıl?

Genelde aynı yaşlarda olan çocukların uyku saatlerine göre belirlenecek bir saatte, iki saati aşmayacak şekilde, önceden düzenlenmiş bir sırayla her hafta başka bir annenin evinde toplanıyorsunuz. Çocuklar için meyve, süt, elinizden geliyorsa poğaça-kek, anneler için çay-kahve hazırlayıp masanın üstüne koyuyorsunuz. Varsa kırılacak eşyalarınızı kenara kaldırıp, ne kadar oyuncak varsa ortaya çıkarıyorsunuz.

Çocuklar ve anneler belirlenen saatte geliyorlar. Çocuklar ilk kez gördükleri, ya da kendilerinde olsa bile başka bir ortamda kıymetli görünen oyuncaklarla uzunca bir süre oyalanıyorlar. Siz de bir yandan çayınızı yudumlarken bir yandan da sizinle aynı dertlerden muzdarip annelere içinizi döküyorsunuz.

Nereden başlamalı?
  • Hamile grupları: Artık hamileyken yoga dersinde, pilates kursunda, orada burada tanışan annelerin çoğu arkadaşlıklarını bebekler doğduktan sonra da devam ettiriyor.

  • Internet: Yahoo groups'ta İstanbul Anneleri'nden tutun da Boşanmış Annelere, Marmaris Anneleri'nden Brüksel'den Dönen Anneler'e kadar sürüsüyle grup var. Keza Google groups öyle. Facebook'ta da benzeri gruplaşmalar var. Yoksa bile yaratın canım!

  • Anne-çocuk dergileri: Geçen ay markette tam 7 tane anne-çocuk dergisi saydım (bu dergilerle ilgili analiz yazımı daha sonra yazacağım). Her ne kadar bazıları reklamdan ibaret olsa da okur mektuplarına geniş yer ayıranlar da var. Okur köşesine oyun grubu arayışında olduğunuzu yazarsanız belki iyilik edip yayınlayabilirler. Sizinle aynı arayışta olan okur anneler de sizinle iletişime geçebilir.

  • Anneyiz.biz-Hamileyiz.biz internet grupları - Bunu tavsiye edip etmemek konusunda emin değilim çünkü Anneyiz.Biz'in yahoo grubuna üç gün önce yaptığım başvuru hala beklemede. Ya benden gıcık kaptılar ya da birileri bu çağda "e-maillere 24 saat içinde cevap verilmeli" kuralından habersiz. Yine de Anneyiz.Biz e-mail grubunun 4,000 civarında üyesi varmış gibi görünüyordu. Ne kadarı aktif bilmiyorum ama bir şeyler çıkabilir (gruba alınmanız halinde tabi!)

  • İlan panoları: Bazı spor merkezlerinde, Macro, Migros gibi zincir marketlerin bazılarında ilan panoları oluyor. Özel Ders Verilir ilanları arasında yer bulabilirseniz siz de Oyun Grubu ilanınızı asabilirsiniz. Bazı okullar da panolarında bu tür ticari arayışı olmayan ilanlara yer vermenize izin veriyor.

  • Blogcu Anne: Bu mesajı bir "Bütün anneler, birleşin!" çağrısı olarak algılayıp "Ben de oyun grubu kurmak istiyorum!" şeklindeki yorumlarınızı yazarsanız bakarsınız cevap yazan çıkar.

Çalışmayan, evden çalışan, çalışma saatleri esnek olup diğer annelerle tanışmak isteyen anneler için gerçekten çok güzel bir ortam oyun grubu. Hem çocuğunuz kendi yaşıtlarıyla oynayıp paylaşmayı öğreniyor (bu yaştaki çocuk ne kadar paylaşırsa artık!), hem de anneler yemek yedirmenin zorluğundan tuvalet eğitimine, ikinciyi yapıp yapmamaktan özel okulların pahalılığına kadar ancak annelerin anlayacağı konularda sohbet ediyor.

Hele de aynı frekansta olduğunuz insanlara denk gelirseniz "toplanalım da çocuklar oynasın" işin bahanesi oluyor. Bir bakıyorsunuz çocuklar bir kenarda oyuncakları çekiştirirken siz annelerle bir "kızlar gecesi" ayarlama telaşındasınız.

Her annenin bir oyun grubu olmalı. Budur benim annelere tavsiyem.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Seren Serengil

"Anne olunca anladım" derler ya, işte öyle...

Anne olmadan önce Seren Serengil'in tekrarlı düşük yaptığı, en son hamileliğinde de bebeğini kaybettiği haberini duysam üzülürdüm. Ama gün içinde unutur giderdim.

Anne olduktan sonra ise sabah uyandığımda böyle bir haber almış olmak bütün bir gün kimyamı etkileyebiliyor. Sürekli bir sıkıntıyla geziyorum.

Yanlış hatırlamıyorsam Seren Serengil'in ilk hamileliği benim de hamile olduğum ya da yeni doğum yaptığım dönemlere denk gelmişti. Karnında 9 aylık bebeğini kaybettiğini duyduğumda içim sıkışmıştı. Neler hissettiğini tahmin etmeye çalıştığımda bile gözlerim doluyordu.

Bugünkü gazetede en son hamileliğinde 5,5 aylıkken acil sezaryenle alınan, 4 gün sonra da ölen bebeğini anlatmış.

Eve bebeksiz dönmesine rağmen, vücudunun nasıl onu anneliğe hazırladığından, göğüslerinin şiştiğinden, sütünün geldiğinden bahsetmiş.

Ne kadar korkunç... Ne zor olmalı bir yandan acını unutmak isterken sana vücudunun sürekli hatırlatması.

Ne kadar zor bazı şeylerin tek ilacının zaman olması. Bazı duyguları tatmadan, zorlukları yaşamadan iyileşememek, iyi hissedememek... Ve sonrasında iyileşsen bile hiç bir zaman eski 'sen' olamamak...

Resmen kadıncağızı gidip bulup şöyle bir sıkı sarılmak istedim.

Umarım bir an önce iyi olur.

24 Mayıs 2009 Pazar

Anneler oğullarıyla neden tartışırmış

Elif [Deniz'i bir an önce arabaya bindirme paniği içerisinde, otoparkta çaresizce oğlunun peşinde koşturmaktadır]: Denizciğim, we're running really late. So, please get in the car and stop fussing, OK?
Deniz [Yılgın ve çaresiz annesiyle uğraşmaya tenezzül etmek istemeyen bir bıkkınlıkla]: OK yaaa, üfff!
Elif: ..!

İki buçuk yaşına henüz yarın basacak olan oğlumun ağzından çıktı bu sözler: "OK yaaa, üfff!"

'Asabının bozuk' olduğu durumlarda 'ağzına ne gelirse' söylüyor bizimki... "OK yaaa, üfff!" gibi... Dialog Türkçe gerçekleşiyorsa "Ama sen KIZ-MA!", ingilizce konuşuyorsak "Don't get UP-SET!" gibi... Zeytin gözlerini devirerek...

Ben de ağzım açık, güleyim mi, ağlayayım mı şaşırıyorum. "Kızma!"ymış! Yok ya?! Kızdırma o zaman!

-o-

Cumhuriyet'in Hafta Sonu ekinde bir çocuk bölümü var. Cumartesileri gazeteyi elime aldığımda okuduğum ilk bölümlerden biri.

Dünkü sayısında "Annelere çocuklarıyla iyi geçinme reçetesi" vardı. Anne-kız ve anne-oğulların ayrı ayrı en çok tartıştıkları konular irdelenmiş.

Anneler oğullarıyla en çok şu konularda çatışıyormuş:
  • Odasının dağınık olması
  • Yemek yememesi
  • Kıyafetlerini kirletmesi ya da ütüsünü bozması
  • Ders çalışmaması
  • Arkadaş seçimi
  • Eve geliş gidişlerinin düzensizliği
  • Bilgisayar başında uzun saatler geçirmek
Bizim "tartıştığımız" konular ise daha çok aşağıdakiler etrafında şekilleniyor:
  • Parkta oynayan çocuğu itmesi
  • 13 yaşındaki köpeğimizin kuyruğunu çekmesi
  • Avazı çıktığı kadar bağırması
  • Yapma dendiğinde yap-i-cam diye diretmesi
Yandığımızın resmidir. Daha üç yaşına varmadan böyle bir liste yaptırıyorsa bana bu velet, 13 yaşına geldiğinde herhalde saçımı başımı yoluyor olurum.

Ama... Eğer, dün geceki gibi, sabaha karşı üçte üstünü örttüğüm için bana uykusunun arasında meleklerinkini andıran bir gülümsemeyle teşekkür ederse bütün sinirimi de unuturum.

---

Kaynak: 23 Mayıs 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi

21 Mayıs 2009 Perşembe

Güvenli Gıda Tüketimi Üzerine


Elime Sağlık Bakanlığı Bursa Sağlık Müdürlüğü'nün hazırladığı "Sağlıklı Pişirme Yöntemleri" konulu bir broşür geçti. Salata yaparken dikkat edilmesi gereken noktalardan tutun da kaynamış sütün nasıl soğutulacağına kadar önemli bilgiler basit bir dilde ve akılda kalıcı şekilde anlatılmış. PDF olarak hazırlanan broşüre buradan ulaşılabilir: http://www.bsm.gov.tr/gorsel/docs/brs_pisirme.pdf

Broşürü kim hazırlamış diye bakınırken katkıda bulunanlar arasında Gıda Güvenliği Derneği'nin (GGD) olduğunu gördüm. Hemen hafiye gözlüklerimi takıp bu dernek kimdir, nedir, necidir diye araştırmaya giriştim. Ve gördüm ki güvenli beslenme konusunda toplumsal bilinci arttırmak için uğraşan, bu amaçla bilimsel görüş ve raporlar yayınlayan, danışma kurulunda Türkiye'nin dört bir yanındaki üniversitelerin profesörlerinin olduğu bir kurum.

"Ülkemizde gıda güvenliği bilincinin geliştirilmesinde üretimden tüketime yön verici, organize edici, yaygınlaştırıcı faaliyetlerde bulunan lider kurum olmak" vizyonuyla yola çıkan derneğin hazırlık çalışmalarına 2001'de başlanmış. 2004'ten beri faaliyet gösteriyorlar. Geçen sene ilkokul çocuklarına yönelik Gıda Dedektifi projesini başlatmışlar. İlköğretim çağındaki çocukların gıda güvenliği konusunda bilinçlendirilmesi ve farkındalıklarının artırılmasını amaçlayan projenin başlangıcından beri 175 öğrenci gıda güvenliği konusunda eğitim almış. GGD'nin amacı projeyi etap etap geliştirerek tüm Türkiye genelindeki ilköğretim okullarında yaygınlaştırmakmış. Bu ne demek oluyor? Deniz yarın öbür gün okula başladığında gelip bana "Anne, marulları o kadar ince doğrama! Sebze dokuları zedelendiğinde A ve C vitaminleri eksiliyor" dediğinde şaşırmamalıyım.

GGD'nin web sitesinde "Danone çocukları geri zekâlı yapıyor" gibi şehir efsanelerine ve "Margarin üretiminde trans yağ sorunu nasıl çözümlendi?" gibi güncel ve faydalı bilgilere de yer veriliyor. Gönül isterdi ki organik tarım ile ilgili bölüm biraz daha ayrıntılı olsun. Amerika'da yaşadığım süre boyunca özellikle de hamileliğim sırasında gönül rahatlığıyla organik gıda tüketmeme rağmen aynı güveni -belki de sadece önyargı sebebiyle- maalesef henüz Türkiye'de hissedemiyorum.

Birkaç ay önce bir panelde konuşan GGD'nin başkanı da organik adı altında birçok ürünün sağda solda satıldığını, ancak bu ürünlerin organik ürünlerle uzaktan yakından ilişkisi olmadığını belirterek, organik ürün seçiminde, ambalajlı ürün ve ambalaj üzerinde organik logosu ile sertifikası olmasına dikkat edilmesi gerektiğini belirtmiş. Bu, organik logolu ve sertifikalı bütün ürünlerin, daha doğrusu üreticilerin, gerçekten düzenli denetimden geçtiği anlamına mı geliyor, o konuda biraz daha aydınlatılmaya ihtiyacım var.

Her ne kadar genellikle, daha doğrusu buldukça, City Farm'ın organik sebze-meyvelerini alsam da açıkçası her aşamada kim ne kadar denetimini yapıyor, bilemiyorum. Sanırım "Burası Türkiye, burada her şey olur" yargısını aşmam için biraz daha hafiyelik yapmam lazım.

Sosyal Sorumluluk Etkinlikleri

Sivil toplum örgütlerinde uzun yıllar çalışmış ve etkinlikler düzenlemiş (hatta bu etkinliklerden birinde Chris Noth (nam-ı diğer Sex and the City'nin Mr. Big'i) ile martini içmiş!) biri olarak etkinliklerin gerek tanıtım gerekse kaynak yaratma açısından ne kadar önemli olduğunu çok iyi biliyorum. İşte bu yüzden sivil toplum örgütleri yararına düzenlenen piknik, gala, sergi, vb. etkinlikleri bundan böyle sağ taraftaki SOSYAL SORUMLULUK ETKİNLİKLERİ kutucuğunda duyuracak, burada da detaylarına yer vereceğim.

Duyurmamı istediğiniz etkinlik ve projeleri bana blogcuanne@gmail.com adresinden iletebilirsiniz.

--------------------------------------------------------------------------------
Uzak Renkler Fotoğraf Sergisi - 28 Mayıs, 12 Haziran 2009

İlk kişisel sergisi olan "Uzak Renkler"i Beşiktaş Sanat Galerisi'nde sanatseverlerin beğenisine sunmaya hazırlanan İbrahim Ethem Temo'nun fotoğraflarında değişik coğrafyalarda yaşayan halkların portreleri var. Kamboçya kırsalının çocukları, İnka gençleri, Küba'nın delikanlıları ve delikızları, Hindistan'da yan yana grup fotoğrafı çektiren kadınlı erkekli topluluklar, Amerika'da bir düğünün gelin ve damadı ile nedimeler dünya coğrafyasının insan kültüründen yansıyan karelerden bazıları...

Uzak Renkler'in açılış kokteyli 28 Mayıs Perşembe günü saat 18.30'da. Sergi 12 Haziran'a kadar Beşiktaş Sanat Galerisi'nde görülebilecek. Telefon: 0212 351 93 90

Sergi kitabının tüm geliri Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı'na bağışlanacak.
--------------------------------------------------------------------------------
Geleneksel Bolluca Çocukköyü Pikniği - 7 Haziran 2009, Pazar

Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı (Koruncuk) 7 Haziran 2009 Pazar günü 11.00-17.00 arası Geleneksel Bolluca Çocukköyü Pikniği’ni düzenliyor. Katılımın ücretsiz olduğu piknik süresince Koruncuklar ve misafirler birlikte eğlenceli oyunlar oynayacak, yarışmalar yapacak, güzel bir yaz gününde bir arada olmanın tadını çıkartacaklar.

29 Mayıs 2009 Cuma gününe kadar katılımınız hakkında net cevabınızı bildirmek için Vakıf merkezinden Nebiye Yirmibeşoğlu 212 - 274 95 45 / 0533 393 87 91 ile iletişime geçmek gerekiyor. Arzu edenler bu tarihe kadar haber vermek suretiyle Taksim’den Bolluca Çocukköyü’ne kalkan otobüsten faydalanabilecek.

BLOGCU ANNE'NİN YORUMSAL NOTU: Katılım ücretsiz dediysek de elini kolunu sallaya sallaya gitmemek ve gitmişken ufak da olsa bağış yapmak tabii ki uygun olacaktır.
--------------------------------------------------------------------------------

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Güzel bir gecenin başlangıcı: Rezztoran.com

Bebek beklediğimizi ailemize ve arkadaşlarımıza duyurduğumuzda tabii ki herkes çok sevinmiş ve heyecanlanmıştı. "Elif ve Doğan için bebek zamanı" diyen, müzikli, çıngıraklı bir e-kartı gönderdiğimiz insanlar arasında MBA yaparken asistanlığını yaptığım, Doğan'ı da beni de yakından tanıyan hocam da vardı. Kendisi bizi bebek haberinden ötürü tebrik etmenin de ötesinde "Birbirinizi sakın unutmayın. İlişkinize mutlaka zaman ayırmaya devam edin" diye de akıl vermişti.

Ne demek istediğini Deniz olduktan sonra daha da iyi anladım tabii ki.

Bebek olayı fiziksel ve kafaca o kadar yorucu ve tüketici ki, insan çocuk olmadan önce hayatındaki en önemli insanı göz ardı edebiliyor. O yüzden de çocuktan sonra anne-babanın birbirlerine kaliteli vakit ayırması ilişkiyi taze tutmak açısından gerçekten çok önem taşıyor.

Sevgili hocamın bu tavsiyesi benim kulağıma küpe oldu. Fırsat bulduğumuz zamanlarda Deniz'i deyim yerindeyse 'satıp' Doğan'la baş başa bir şeyler yapabilmek için uğraşıyorum. Tabii ki Türkiye'ye taşınmış olmamız ve etrafımızda anneanne/babaanne/teyze türünden gönüllü bakıcılar olması işimizi oldukça kolaylaştırıyor.

Anne-babalar çocuk olduktan sonra kelimenin tam anlamıyla 'ayda yılda bir' dışarıya çıktıkları için özellikli bir yere gitmek önem taşıyabiliyor. Kimi "Amaaan, dışarı çıkalım da, nereye olursa olsun" diye düşünse de, "Kaç kez yapıyoruz böyle bir şeyi canım?! Gidelim şöyle afili bir yere... Sefamız olsun!" diye yaklaşanlar için pratik bir web sitesi var: Rezztoran.com

"En sevdiğiniz mekânda rezervasyonunuz yalnız bir tık ötede" mottosuyla yola çıkan ve Türkiye’de ve internet teknolojilerinin doğum yeri olan ABD’nin Silikon Vadisi bölgesinde lider firmalarda uzun yıllar görev yapmış bir ekip tarafından yönetilen Rezztoran.com kullanıcılarına sadece İstanbul'un değil, Türkiye'nin önde gelen restoranlarında rezervasyonlarını internet üzerinden yapma fırsatı sunuyor.

Sistemi kullanmak oldukça basit. Ne istediğinizi biliyorsanız bulunduğunuz şehri ve ilgilendiğiniz mutfağı giriyorsunuz; karşınıza istediğiniz saatlerde yer olan restoranların listesi çıkıyor. "Yok, ben ne istediğimi bilmiyorum" diyorsanız tüm mekânlara göz atıyorsunuz; hooop, Rezztoran'a kayıtlı olan tüm restoranlar mutfak türleri ve fiyat aralıklarıyla beraber listeleniyor.

Kalabalık gruplar için yapılan organizasyonlarda davetlilere online davetiye gönderme imkanı da sunan web sitesinde üye olmadan önce sistemi keşfetmek isteyenler için bir de online demo bulunuyor.

Uzun lafın kısası Rezztoran.com güzel vakit geçirmek için iyi bir başlangıç noktası olarak görünüyor.

19 Mayıs 2009 Salı

Kara Listenin İntikamı

Her gidişin bir dönüşü olduğu için, birkaç gün önceki araba yolculuğumuzun ters istikametlisini gerçekleştirerek evimize döndük.

10 saat süren yolculuk boyunca yine notlar alıp "kara listeme şunları şunları da eklemeliyim" hesapları yaptım. Ancak evdeki hesap çarşıya, daha doğrusu benim durumumda arabadaki hesap eve uymadı.

Çünkü eve geldiğimizde bizi harika bir sürpriz bekliyordu!

Henüz anlayamadığımız bir sebepten ötürü biz yokken sigorta attığı için buzdolabının durduğunu ve içindeki her şeyin kimyevi atık haline geldiğini anlayınca arabaya atlayıp bir 10 saat daha alıp başımı gitmek istedim:

- Soya sosu sirke olmuş.

- Sütler yoğurt, yoğurtlar peynir, peynirler çökelek(*) haline gelmiş.

- Deniz'e katkısız yedireyim diye mevsiminde alıp dondurduğum brokoliler süngere dönüşmüş.

- Yıkamaktan nefret etsem de "Sebze yememiz lazım" diye tek tek ayıkladığım semizotları yosun kıvamına erişmiş.

- Salatalıklar tüylü birer yaratığa dönüşmüş.

- Etlerin, tavukların kokudan yanına yaklaşılmıyor bile...

"Neden, Allahım? Neden? Tek istediği yavrucağınızı yıkayıp, yatırdıktan sonra kocacağızıyla iki çift laf etmek, belki bir kadeh şarap içtikten sonra kafayı vurup yatmak olan bu kuluna neden 10 saatlik araba yolculuğunun sonunda saatler boyu buzdolabı temizletmeyi uygun gördün?!"

Kesin Kara Listemdekilerin ahı tuttu. Ya o çocukları arabadayken çekinmeden sigara yakan anne kılıklı kişi bir çeşit voodoo büyüsü yaptı. Ya emniyet şeridini ihlal etti diye söylendiğim sürücülerden biri kötü karma gönderdi. Belki de Emirgan Korusu'nda gezermişçesine karşıdan karşıya geçen yayalardan biri beddua etti.

Her kim ne dilediyse Allah'ın sevgili kuluymuş ki, şu üç günlük kaçamağı boyunca yaz güneşini de yanında götüren ve Akdeniz'in berrak sularında cup cup yüzen ben neredeyse gittiğime gideceğime pişman oldum.

Neredeyse... Çünkü tam suratımda bir gaz maskesi eksik halde yemekleri çöp torbalarına doldurmayı bitirip buzdolabını dezenfekte etmeye girişmek üzereydim ki Doğan ertesi gün temizlikçi kadının geleceğini hatırlattı.

Ben de yolda tuttuğum tüm kara liste olaylarına karşın Türkiye'de yaşıyor olduğuma bir kez daha sevindim.

Hala Amerika'da olsaydık gecenin körüne kadar bir elimde sünger bir elimde dezenfektan buzdolabıyla boğuşacak olan ben, kendi yapacağım işi para karşılığı başkasına yaptırmanın uyandırdığı suçluluk duygusunu bir kenara atmaya çalışarak uzun bir günün sonunda bir de buzdolabı temizlemekle uğraşmamanın verdiği hafiflikle tatlı bir uykuya daldım.

Ta ki sabahın altısında pıtır pıtır ayak sesleri ve "Anne?" diye bir ses beni uyandırana kadar...

---

Çökelek: Şahsen benim pek haz etmediğim, hassas burunlular için kokusu tehlikeli denilecek boyutlara ulaşabilen, ancak baba tarafım başta olmak üzere oldukça geniş bir hayran kitlesi olan Çukurova yöresine özgü bir peynir çeşidi.

15 Mayıs 2009 Cuma

Blogcu Anne'nin Kara Listesi


Liseden mezuniyetimizin 15. senesi nedeniyle düzenlenen buluşmaya katılmak için Deniz'le birlikte yaklaşık 12 saat süren bir araba yolculuğu yaptık. Korkularımın aksine, oldukça kolay bir yolculuk oldu. Deniz bizi şaşırtacak kadar uslu ve olgundu. Bütün yol boyu mutlu mutlu puzzle'larıyla oynadı; boyama yaptı; kitap "okudu"; kâh uyudu, kâh uyandı. Uzun yolla bağdaştırdığım korkularımın yersiz olduğunu anladım.

Yolculuğa çıkmadan önceki gece Doğan'ın "Neden yine bavul hazırlamamız son ana kaldı?!" şeklindeki çıkışmalarına maruz kaldım. Kendimce oldukça haklı sebeplerim olduğuna inansam da bir türlü derdimi anlatamayınca en sonunda kestirip attım: "Bana bak, Doğan! Benimle dikkatli konuş. Bugünden bugüne naçizane de olsa blogu olan bir insan duruyor karşında. Canım isterse seninle ilgili yalan dolan şeyler yazıp seni zor duruma düşürme gücüne sahibim. Senin yerinde olsam benimle konuşurken daha dikkatli olurdum!"

Benim bu tehditkâr çıkışımı kendi kocam pek takmamış görünse de yolculuk sırasında karşılaştığım ve 'yanlış yapan' kişi ve kurumlara karşı elimdeki bu gücü (!) kullanmaya karar verdim ve oturup kendi kara listemi oluşturdum.

İşte bu 12 saatlik yolculuğumuz sırasında benim kara listeme girmeyi başaranlar (Tabii ki bu kişi ve kurumlara karşı hiçbir kişisel garezim olmadığı gibi aşağıda yazanların hepsi de gerçektir):

  • Sabah 08:50 civarında Anadolu yakası TEM-Ankara Asfaltı bağlantısında doğru dürüst maddi hasara bile yol açmamış bir kaza yüzünden arabalarını sol şeritten hareket ettirmeyerek bütün TEM girişini tıkayan iki aracın sürücüleri;

  • Bu tıkanıklığı fırsat bilip emniyet şeridini yolun dördüncü şeridine çevirerek benim "Türkiye'de sürücüler artık trafik sıkışsa da emniyet şeridini ihlal etmiyorlar canım" türünden saftirik teorimi çürüten tüm emniyet şeridi ihlalcileri;

  • Ankara'daki Karşıyaka-Boluspor maçını seyretmek üzere Bolu'dan yola çıkan ve yolda tükettikleri pet şişeleri ve yiyeceklerin ambalajlarını hiç çekinmeden sağa çektikleri otobüslerinin penceresinden dışarı boşaltan Boluspor taraftarları;

  • Türkiye'nin en çok kullanılan otoyolunda 150 kilometre boyunca tek bir benzin istasyonu yerleştirmeyerek "benzinimiz ha bitti, ha bitecek" diye yüreğimizi ağzımıza getiren karayolları (ya da her kimse yetkili mercii);

  • Konya-Adana otoban bozuntusu yolunda saatte 120 km ile gelen araçları takmayarak sanki Emirgan Korusu'nda gezermişçesine karşıdan karşıya geçen bir grup kendini bilmez yaya;

  • Araba ve kamyonların vızır vızır geçtiği aynı yolda üç işçinin eline kazma küreği alıp hiçbir tabela ya da uyarı olmaksızın 'yol çalışması' yapmasına izin veren zihniyet;

  • Talihsiz (!) bir şekilde radara yakalandığımızda bizim gibi ebelenen yan arabada oturan, arkadaki 5-6 yaşlarındaki iki çocuğunu oto koltuğu ya da emniyet kemeri olmaksızın uzun yola çıkartmakla kalmayıp bir de arabada sigara yakan anne kılıklı kişi...

Bundan böyle kara listemdeler.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Ben bir şey mi kaçırdım?

Az önce market alışverişinden geldim. Ve dumura uğramış vaziyetteyim.

Çok değil, daha iki sene öncesine kadar aynı marka bezi aynı markete ikinci gidişimde bulamadığımı çok net hatırlıyorum. Son zamanlarda bez bulma konusunda sıkıntı yaşamasam da Deniz'in boy ve kilosuna uygun bez bulamama endişesini taşırken Pampers'ın 6 numarası imdadıma yetişti.

"Oh, ne güzel... Artık anne ve bebekler için daha fazla alternatif var" diye düşünürken bugün raflardaki ürünlere bir baktım. Sonra tekrar baktım. Çeşitler gözlerimi kamaştırdı. Ve ben de not defterimi çıkardım, Carrefour görevlisinden bir kalem istedim, ve hiç üşenmeyip anne ve bebek ürünlerini ve çeşitlerini yazmaya başladım (listede herhangi bir sıra yok, neyi nasıl gördüysem o sırada yazdım):

SÜTLER:

  • PINAR Organik Süt ve PINAR Devam Sütü
  • ÜLKER İçim Süt
  • NESTLE Çocuk Devam Sütü
  • APTAMİL Junior Devam Sütü
  • Bilumum markanın meyveli, çikolatalı sütleri

ÇAYLAR:

  • Emziren anneler için HİPP Granül Çay ve HİPP Rezene
  • Yine emziren anneler için MİLUPA Still-Tee
  • Çocuklar için: DOĞADAN Mini Karışık Bitki Çayı ve DOĞADAN Mini Vitaminli Karışık Meyve Çayı
  • Yine çocuklar için MİLUPA Gece Çayı, MİLUPA Rezene Çayı ve MİLUPA Papatya Çayı

BEBE BİSKÜVİLERİ:

  • CİCİBEBE Klasik, CİCİBEBE Muzlu, CİCİBEBE Vitaminli Bebe Ekmeği, CİCİBEBE Vitaminli Kızarmış Ekmek (Kızarmış mı??? Emin misin Eti?)
  • HALK Bebe Bisküvi
  • ÜLKER Hero Baby Bebe Sütlü Bisküvi, ÜLKER Hero Baby Bebe Sütlü Bisküvi Ballı Muzlu

MEYVE SULARI:

MİLUPA Organik Elma, Elma-Üzüm-Muz, Elma-Muz-Kayısı, Elma-Kayısı, Elma-Üzüm-Ahududu
  • BAMBİNİ Organik Elma-Armut-Muz, Nar-Üzüm-Elma


KAVANOZ MAMALAR:

  • MİLUPA Organik Kahvaltılar, Organik Gece Tahılları, Organik Meyveli Karışımlar, Organik Muhallebiler, Organik Sebzeler (Bu noktada Carrefour çalışanları benim bir casus edasıyla bir şeyler yazdığımı görünce "Hangi firmadansınız? Ne yazıyorsunuz?" türünden sorular yöneltmeye başladıkları için bu bölümdeki çeşitleri detaylandıramadım)
  • ÜLKER Hero Baby (Organik ve normal çeşitleri)
  • BEBELAC

KUTU MAMALAR:

  • Envai çeşit MİLUPA Aptamil
  • Bir o kadar BEBELAC
  • ÜLKER Hero Baby Gogly, ÜLKER Hero Baby Organic, ÜLKER Hero Baby Lactum
  • NESTLE Nestum, NESTLE Guigoz, NESTLE NAN Çocuk
  • HİPP çeşitleri
ÇOCUK BEZLERİ:
  • Canbebe
  • Huggies
  • Pampers/Prima (üstelik kız ve erkek çocuklar için farklı çeşitleri var!)
  • Molfix
  • Baby Star
ISLAK BEZLER:
  • Canbebe
  • Huggies
  • Pampers
  • Johnson & Johnson
  • Nivea
  • Molfix
  • Sebamed
  • Baby Star
  • Dalin
Bunların dışında Huggies'in yüzme bezi, emziren anneler için göğüs pedleri, göğüs pompaları, envai çeşit emzik ve biberon, sürüyle şampuan, krem, sabun, diş fırçası, diş macunu, vesaire vesaire...

"Allah Allah? Ben bir şey mi kaçırdım?" diye bir düşündüm... Bu kadar çeşit... 2 sene içinde... Ne zaman? Nasıl?

Annelerin işini kolaylaştıran bunca ürünün piyasada kolaylıkla bulunur hale gelmesi elbette sevindirici...

Ancak bu işin tüketim kısmı...

Mamaların çeşidini arttırmak, bezleri kız/erkek diye ayırmak, süt kutularının üstüne Tweety, diş macunlarının üstüne Barbie resimleri koymak kolay.

Ne zaman ki arabalar kaldırımları otopark olarak kullanmaktan vazgeçecek, kapalı ortamlarda GERÇEKTEN sigara içilmeyecek, çocukların oto koltuğunda oturması kanun ile zorunlu hale getirilmenin ötesinde anne-babalar başka bir alternatif olmadığının farkına varacak, ve sokaklarda bebek arabasıyla gezerken kaldırımlara inip çıkmak adeta bir off-road pistinde geziyormuş hissiyatı vermemeye başlayacak, işte o zaman gerçekten bir şeylerin değiştiğine ikna olacağım.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

"HypnoBirthing Babası" ne yapmalı?


HypnoBirthing ile doğum yapan annelere "HypnoBirthing Annesi" denildiğine göre, doğumun vazgeçilmez bir parçası olan babalara da neden "HypnoBirthing Babası" denilmesin?

Babalar doğal doğum sürecinde çok önemli bir role sahipler... Bu yüzdendir ki babanın da doğuma hazırlanmış olması çok çok önemli...

Biz Doğan'la Deniz'in doğumuna birlikte hazırlandık. O da benimle bütün derslere geldi; gerektiğinde notlar aldı; sorular sordu; nerede ne yapması, ne söylemesi gerektiğini öğrendi. Vücut dilimi okumayı, doğum esnasında ben birşey söylemesem de neye ihtiyacım olabileceğini tahmin etmeyi anladı. Ve sonuç ikimizin de unutamayacağı bir deneyim oldu.

Aşağıda paylaştıklarım HypnoBirthing dersleri konusunda öğrendiğimiz ve Deniz'in doğumu sırasında uyguladığımız babaya düşen görevler...


  • Hatırlatmak, hatırlatmak, ve tekrar hatırlatmak - Doğum saatlerle ifade edilen ve sürekli ama yavaş ilerleyen bir olay olduğu için babanın üstüne düşen en önemli görev annenin derste öğrendiği, doğumun ilerleyişi sırasında uygulamayı unutabileceği her şeyi hatırlatmak: Nefes egzersizlerini yapmak, pozisyon değiştirmek, tuvalete gitmek, ...
  • Masaj yapmak - HypnoBirthing tamamen rahatlama ve gevşeme odaklı olduğu için babanın derslerde öğretilen ve doğum sırasında uygulayacağı masaj teknikleri anneyi iyi hissettiriyor. Özellikle annenin beline yapacağı karşıt-basınçlı masajlar kasılmalarla ve ağrılarla başa çıkmayı büyük ölçüde kolaylaştırıyor.
  • Su içirmek - Prensip olarak bazı hastaneler doğum sırasında annenin herhangi bir şey yiyip içmesine karşı çıksa da (olası bir sezaryen ve narkoz alımı sırasında midenin boş olması gerekiyor) doğal doğumu destekleyen ve herhangi bir risk faktörü görmeyen doktorlar bunu görmezden gelebiliyor. Tıbbi bir neden olmadığı takdirde serum da doğal doğumun bir parçası olmayacağı için sıvı alımı çok önem taşıyor.
  • Cesaretlendirmek - Hollywood filmlerinde gördüğümüz hastaneye son anda paldır küldür yetişilen sahnelerin aksine oldukça yavaş ilerleyen gerçek doğum sırasında anne yer yer yorgunluğun da etkisiyle ümitsizliğe kapılabiliyor. Örneğin ben, Deniz'i avuçlarıma almadan belki beş dakika önce, son kasılmaların verdiği rahatsızlık ve yorgunlukla "Yeter! Ben eve gidiyorum, bebek orada kalabilir!" dediğimi hatırlıyorum. O anda Doğan "Aşkım, çok az kaldı, ha gayret!" demese gerçekten ayaklanıp gitmeye kalkışabilirdim.
  • Cesaretini yitirmemek! - Her ne kadar filmlerde görmeye alışık olduğumuz, annenin çaresiz ve zavallı görünüşlü babaya "Senin yüzünden bu durumdayım!" diye bağırdığı sahneler gerçekte yaşanmasa da anne yer yer umutsuzluğa kapılıp agresif olabiliyor. En azından biz böyle bir durum yaşadık. Zavallı Doğan'ın stresini atmak için çiğnediği sakızının kokusu zaten hamilelik boyunca müthiş hassaslaşan burnumu öyle bir rahatsız etti ki "Çek şunu!" diye bağırdım. Bunun gibi olası durumlarda babanın alınganlık yapmaması ve soğukkanlılığını koruması çok önemli. Nitekim normal şartlarda beni gıcık etmek için o sakızı belki de burnuma yapıştıracak olan sevgili eşim derhal ondan kurtulup beni destekleme misyonuna tüm sakinliği ile kaldığı yerden devam etti.
  • Ortamı rahat ve sessiz tutmak: Rahatlama tekniklerinde konsantrasyon -hele de kasılmalar sırasında- çok önem taşıdığı için babanın ortamı annenin istekleri doğrultusunda tutması, anne loş ışık istiyorsa ışıkları kapatması, müzik istiyorsa rahatlatıcı melodilerin devamını sağlaması gerekiyor.
  • Yaratıcı olmak: Doğum, her ne kadar derslerle, araştırmayla, okumayla hazırlanılsa da, bir bilinmeyen... Sürecin uzunluğunu/kısalığını, kasılmaların şiddetini önceden kestirmek mümkün olmadığı için derslerde öğrenilen teknikler her zaman yeterli olmayabiliyor. Bu yüzden de babaya gidişata göre yaratıcı teknikler geliştirme, anneyi ne rahatlatıyorsa onu devam ettirme görevi düşüyor.

Gerek HypnoBirthing gerekse diğer doğal doğum tekniklerinin -muhtemelen kötü karma yaratmamak için- çok fazla üzerinde durmadığı ama bence çok önem taşıyan bir nokta da herhangi bir terslik anında anneye yine gerekli desteği verebilmek. Bebeğini doğal yollarla doğurmayı gerçekten isteyen her annenin en büyük korkusu bir problem olması halinde ilaç almak ya da sezaryene başvurmak zorunda kalmaktır. Bu noktada doktora duyulan güven çok önemli... Tıbbi bir müdahale yapılması gerektiğinde aylardır doğal doğuma hazırlanan annenin yaşayacağı hayal kırıklığını gidermeye çalışmak da yine babaya düşüyor.

Ben ve Doğan HypnoBirthing deneyimimizi her ne kadar Amerika'dayken yaşamış olsak da artık Türkiye'de de bu konuyla ciddi olarak ilgilenen ve gereksiz tıbbi müdahale ve sezaryenin sakıncaları konusunda farkındalık yaratmaya çalışan insanlar var. Doğal doğum konusunda oldukça başarılı işler yapan Dr. Hakan Çoker sayesinde bu insanlara geçtiğimiz günlerde 10 kişi daha eklendi. Marmaris'te yapılan ve sadece Türkiye'den değil, civar ülkelerden de katılımcıların olduğu Uluslararası HypnoBirthing Konferansı'nın sonunda HypnoBirthing konusunda aktif olarak çalışmaya başlayan 10 eğitimci daha var artık Türkiye'de...

Elbette doğal doğumun yaygınlaşması ve gereksiz sezaryenlerin uygulanmaması konusu önce doktorlardan başlıyor. Ancak anne-babalar da üzerlerine düşen görevleri yapıp, doğal doğumun gerekliliği ve güzelliği konusunda kendilerini bilinçlendirirlerse bizim gibi HypnoBirthing anne ve babalarının sayısı gün geçtikçe artacaktır.

"Çalışmayan Anne" Sendromu


İngilizcedeki "Stay-at-home Mom" terimi Türkçeye "Çalışmayan Anne" olarak giriyor. Adil olmadığını düşündüğüm, sanki evinden fiziksel olarak çıkıp para kazanacağı bir işe gitmeyen anneler günlerini çocuğuyla oynayarak, sevgi kelebeği şeklinde gezerek, çalışma hayatının stresinden uzak, huşu içinde geçiriyormuş gibi bir anlam barındırıyor "Çalışmayan Anne" terimi... Bu terimi kullanmayı sevmediğim için yeni tanıştığım insanlar bana "Ne iş yapıyorsun?" diye sorduklarında "Oğlumu büyütüyorum" diyorum. "İşim bu..."

Deniz doğmadan çok önce "Maddi durumum el verirse bir süre çalışmaya ara verip sadece çocuğumla ilgileneceğim" diye düşündüğüm ve eşim de benim bu görüşümü desteklediği için Deniz doğduktan kısa süre sonra işe geri dönmek gibi bir telaşım olmadı. Zaten Amerika'dan yeni döndüğümüz için halihazırda bir işim yoktu. Yıllar boyu "Başkalarına iyiliğim dokunsun" düşüncesiyle sivil toplum örgütlerinde çalışan ben Türkiye'deki sivil toplum örgütlerinin işleyişiyle henüz çok alakadar olmadığım için herhangi bir arayışa girmedim.

Her şeyin ötesinde evde çocuğumla olabildiğim için çok mutlu ve şanslı hissediyordum kendimi...

Ancak ipin ucunu biraz kaçırmışım sanırım.

"Amerika'da yaşıyor olsaydık temizlikçi kadınımız, bakıcımız mı olacaktı sanki? Ben heeeer şeyi kendim yaparım, çocuğumu da kimseye baktırmam. Hem işim ne, gücüm ne? Ben çalışmazken ne diye başkası baksın çocuğuma" diye başladığım çocuk büyütme misyonum meğer "Çalışmayan Anne Sendromu" olarak adlandırdığım bir hal almış.

Psikolojide hakikaten bu isimde bir hastalık tablosu var mı bilmiyorum, ama Deniz'in okulundaki, Deniz'den yakınmak üzere görüştüğüm psikolog, yaklaşık bir buçuk saat süren ve adeta benim için bir terapi seansına dönüşen bir görüşmenin sonunda bana "Sizin çalışmaya başlamanız lazım" tavsiyesinde bulununca tabii ki dumura uğradım.

"Ama... ama benim işim Deniz" diyecek olduğumda da "Zaten problem orada... Siz Deniz'i kendinize proje edinmişsiniz. Ve istediğiniz gibi şekillendiremediğinizi düşündüğünüzde de hayal kırıklığına uğruyorsunuz" diye bir tespitte bulununca işin ciddiyetini anladım.

Deniz'e son zamanlardaki bağırmalarım... Ardından "Çocuğuma nasıl bağırırım, ne biçim anneyim ben?!" diye ağlamalarım... "Deniz niçin bu kadar yüksek sesli? Bu kadar hareketli? Neyi yanlış yapıyorum?" şeklindeki sorgulamalarım hep bu yüzdenmiş meğer.

Yanlış yaptığım şey "çalışmayan" ya da "evde oturan" anne olmanın artık bana fazla geldiğini, özellikle Deniz okula başladıktan sonra kendimi iyice boşlukta hissetmeye başladığımı fark edememekmiş.

Başkalarından yardım almanın ve Deniz'den zaman zaman uzak kalmanın beni kötü bir anne yapmayacağı gibi Deniz'in de psikolojisini bozmayacağını, para karşılığı çalışıyor olmasam bile "çocuğunu büyütmek için işi bırakan anne" pozisyonun en az "çalışan anne" kadar yorucu olduğunu, ben "çalışan anne" olsaydım da doğru ayarlarla Deniz'in normal bir şekilde büyüyebileceğini görememekmiş.

"Çalışmak zorunda olsaydım Deniz'i başkalarına bırakacaktım", ya da "Amerika'da yaşıyor olsaydım tek başıma altından kalmak zorunda olacaktım, öyleyse şimdi neden yapamıyorum" türünden kıyaslamalara girmek, fazla mükemmeliyetçi olmak ve olayları fazla analiz etmekmiş.

Ama en büyük hatam oğlumun sadece 2,5 yaşında olduğunu, daha da önemlisi onun başlı başına bir kişilik olduğunu fark edememek ve istemediğim bir hareket yaptığında onun gelişmekte olan karakterine vermeyip "Ben nerede hata yapıyorum?" diye düşünmekmiş.

Şimdi -içim sızlayarak da olsa- haftada dört gün okula gidiyor Deniz. Daha bundan bir sene öncesine kadar "3 yaşından önce yuvaya falan vermem" diyen ben haftanın dört günü 2 buçuk yaşındaki oğlumu sabahtan öğlene kadar başkalarına emanet ediyorum. Çalışmayıp para kazanmayan bir anne olmanın da ötesinde, kocasının çalışıp kazandığı parayı oğlundan uzak olmak için harcıyor, ve bunun "OK olduğuna" ikna etmeye çalışıyorum kendimi... Çünkü fark ettim ki sadece "birisinin annesi/dadı/temizlikçi/aşçı" kimliğinde yaşıyor olmak mutsuz ediyor beni... Fark ettim ki, sabah evden çıkıp işe gitmesem de günün sonunda "Bugün kendim için ne yaptım?" sorusunun cevabının "Hiçbir şey" olmaması gerekiyor.

Artık biraz daha kabullendim. Deniz'i okula götürürken hala suçluluk hissetsem de, biliyorum ki bunun sonu yok. Çalışıyor olsaydım da oğlumu bırakıp işe gitmenin verdiği suçluluk hissiyle boğuşacaktım. Anne olmak bu herhalde... Hep "Çocuğum için en iyisini yapmıyor muyum acaba?" şüphesiyle yaşamak.

Varsın, o da olsun.

12 Mayıs 2009 Salı

7'den Önce Çok Erken!

AÇEV'in oldukça ses getiren 7 ÇOK GEÇ! kampanyasından yola çıkarak ben de kendi küçük kampanyamı başlatıyorum:

7'den Önce Çok Erken!

Amacım AÇEV'le zıtlaşmak değil. Kampanyalarını destekliyor ve çok önemli bir konuya dikkat çektiklerini düşünüyorum. Zaten benim küçük kampanyamın da isim benzerliğinin (bu durumda anlam zıtlığının) ötesinde bir alakası yok AÇEV'in bu girişimiyle.

Ben Deniz'in sabahları 7'den önce uyanmasını protesto ediyorum!

Bir insan uyandıktan üç saat sonra tekrardan uyumak isteyeceği bir kıvama geliyorsa neden 6 buçukta kalkar da, mesela, 8'e kadar uyumaz?

Bu soruyu Deniz'e sürekli soruyorum ama henüz tatmin edici bir cevap alamadım.

Sen tut, akşam yemeğini doğru dürüst yeme, ondan sonra yemeğini önünden aldılar diye cinnet getir, o cinnetin verdiği halsizlikle akşam 7 buçukta yatağa gir, 8'de uyu, sonra sabahın 6'sında karnın guruldayarak uyan. Ve tüm hane halkını da uyandır. Olacak iş mi bu?!

Tüm çocukların anne/babalarının geç yattıkları günlerin ertesinde özellikle normalden erken kalktıkları bilimsel olarak kanıtlamış bir gerçek mi bilmiyorum. Ama bizim evimizde olaylar kesinlikle bu yönde gelişiyor.

Ne zaman bir önceki gece azıcık keyif yapalım, biraz şarap içelim, ya da bir filme takılalım deyip normalden geç yatsak Deniz -istisnasız her seferinde- normal saatinden en az yarım saat erken kalkıyor.

Deniz'in normal uyanma saati 10:00 olsa ve bunu 9 buçuğa çekse çok canımız yanmayacak. Ama zaten saat 7:00 olmadan "Anneeeeeaaaah! I woke upped!" diye bağıran oğlan 6'yı 20 geçe hortlayınca biz de haliyle bütün gün hortlak gibi geziyoruz.

Kendisi soğuk sulardan serin... Ne de olsa günün ortasında 1,5-2 saat kestiriyor. Olan bana oluyor. Akşamı zor ediyor, saat 8 buçuk oldu mu uyuklamaya başlıyorum.

Bu mu ilahi adalet?!

İşte bu yüzden ben de kendi kampanyamı başlatıyor ve oğlumun sabahları hortlamasını protesto ediyorum: 7'den Önce Çok Erken!

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Mumu

"Where's my Mumu???"

Gün içinde Deniz'den en sık duyduğumuz şey...

Pardon... En sık duyduğumuz kelime tabii ki "No." Sonra "Not yet." Ondan sonra Mumu...

Mumu, Deniz'in uyku arkadaşı. Ama sadece iki senedir her uykusuna birlikte yattığı, bir yandan kendi parmağını emerken bir yandan da saten patilerini okşadığı uyku arkadaşı değil. Aynı zamanda da anneden azar işitince, babadan paparayı yiyince, sığınacak birini aradığında hep yanında olan can dostu...

Mumu'yu Deniz'in yatağına koyduğumda henüz 5 aylıktı. Kendi kendine uyumayı yeni yeni öğreniyordu ve kendini yanlız hissetmesin, uykuyla bağdaştırsın, bir yandan da plastik köşeleriyle dişlerini kaşısın diye yanına alıp yanına koydum. İngilizce'de "Security blanket" olarak bilinen, Charles Schultz'un meşhur Peanuts çizgisinin asil karakteri Linus'la birlikte İngilizce'ye yerleşen, ve Türkçe'de tam kelime karşılığı olmasa bile bugün psikolojide de yerleşmiş olan bu "güvenlik objesi", o zamanlar hafız gibi okuduğum Baby Center'da da Amerikan Pediatri Derneği'nin "Caring For Your Baby and Young Child" kitabında da şiddetle tavsiye edilmekteydi. Ben de renklerini beğendiğim bir tanesini alıp Deniz'in yatağına koydum. (İnek şeklinde olduğu için de adı Moo Moo kaldı)

Anneliğim boyunca yaptığım en akıllıca hareketlerden biriymiş meğer...

İlk başlarda yüzüne bile bakmadı. Ama ben bıkmadan, usanmadan her uykuda yatağına koydum. Pusetinde uyutacaksam pusetine koydum. Zamanla benimsemeye başladı. Yatağına her koyduğumda, uyudu mu diye bakmak üzere geldiğimde bir köşesinden tutmuş buluyordum Mumu'sunu.

Bir süre sonra günlük dilimize şöyle birşey yerleşti: Deniz'in Mumu'su nerede? Evden çıkacakken herşeyi aldık mı diye kontrol edeceğimiz zaman bir de Mumu'yu aramaya başladık.

Deniz o kadar benimsedi ki Mumu'yu, çamaşır makinesine atıp yıkamama fırsat vermeyecek kadar bile ayrılmaz oldu. Panik içinde iki Mumu daha aldık biz de. Birini çantaya, birini de evde yedeğe ayırdık. Allah göstermesin başına birşey gelir, biz tedbirli olalım diye.

O kadar çok faydasını gördüm ki Mumu'nun... Sadece Deniz uykuya dalacağı zaman değil, aşı olurken, kendini iyi hissetmezken, yorgunken hep imdadımıza yetişti Mumu.

Anne olacak arkadaşlarıma da hep bir "Mumu" edinmelerini tavsiye ettim; bebek hediyesi alacağım zaman Mumu-vari minik battaniyeleri tercih ettim.

Artık eskisi kadar yapışık değiliz Mumu'ya. Ne de olsa büyüyoruz. Gün içinde onsuz gezebiliyoruz. Uyanınca onu yatağa bırakıyor, ama uykumuz gelir gelmez yine ona sarılıyoruz.

İyi ki var Mumu.

Her eve lazım.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Nasıl 'HypnoBirthing Annesi' oldum?

HypnoBirthing derslerimiz sırasında bu yöntemle doğum yapmış annelerden 'HypnoBirthing Annesi' olarak söz ederdik.

Ben de 25 Kasım 2006'da o annelerin arasına katıldım.

Oldukça rahat bir hamilelik geçirdim. İlk aylardaki mide bulantısı ve maalesef bugün –doğumdan iki buçuk sene sonra- bile devam eden fesleğen kokusuna olan tahammülsüzlük dışında oldukça kolay ve keyifli bir 9 ay yaşadım. Miami gibi sıcak bir memlekette yaşıyor olmanın avantajını kullanarak hamileliğimin başından sonuna kadar bol bol yüzdüm. Çalışmıyor olmanın verdiği rahatlıkla sürekli dinlendim. HypnoBirthing derslerinde verilen rahatlatıcı CD ve müzikleri düzenli olarak dinleyerek rahatladım. Herhalde hayatımda bir daha yaşayamayacağım güzellikte bir 9 aydı benim için...

Hamileliğimin beşinci ayından itibaren Braxton Hicks kasılmaları denilen hazırlık kasılmalarını yaşamaya başladım. Derslerde öğrendiğimiz özel nefes alma teknikleri son zamanlarda giderek baskınlaşan bu kasılmalarla başa çıkmamı sağlıyordu.

38. haftanın bitimine doğru artık her gün giderek artan kasılmalar yaşamaya başladım. Her biri bir öncekinden daha şiddetli olan bu kasılmalar o anda her ne yapıyorsam durmamı ve nefes ve esneme tekniklerini uygulamamı gerektiriyordu.

Doğumu beklediğimiz 3 Aralık’tan 8 gün önce, 25 Kasım Cumartesi sabahı saat 5’te sancıyla uyandım. Son günlerde yaşadığımdan daha farklı, daha şiddetli bir histi; ve anladım ki bebeğimin “Ben geliyorum!” demesiydi bu…

Doktorum kasılmalar belirli bir düzende gelmeye başlayana kadar evde kalabileceğimi söylemişti. Her kasılma 5 dakika arayla, yaklaşık 30 saniye sürene kadar hastaneye gitmeme gerek yoktu. Doğum tarihinden iki hafta önce yanımıza gelen annem bir yandan, Doğan diğer yandan saat tutuyor, sancıların sıklığını ve süresini not ediyorduk. Annemi de çok iyi hazırladığımız için evde çok güzel bir huzur ortamı vardı. Arka planda dersler sırasında da dinlediğimiz Steven Halpern’in rahatlatıcı müziği çalıyordu. Bir yandan da sürekli pozisyon değiştiriyor, bazen koltukta uzanıyor, bazen merdivenlerde esniyor, bazen de pilates topunun üstünde rahatlayarak kasılmaları atlatıyordum.

Öğlene doğru 11 buçukta kasılmaların sıklığı yaklaşık 6 dakikaya inince evimize yarım saat mesafedeki Mt. Sinai hastanesinin yolunu tuttuk. Arabada Doğan ve annemin dışında son 5 aydır Doğan'la kelimenin tam anlamıyla aramıza giren boyum büyüklüğündeki yastığım da vardı. Zaten son günlerde ona yapışık geziyordum.

Hastaneye vardığımızda önce gerçekten doğumun başlayıp başlamadığını kontrol etmek için bizi bir hazırlık odasına aldılar. Buradaki bekleyiş çok stresliydi; çünkü yaklaşık 6 saattir sancılanıyor olmama rağmen eğer bekledikleri kadar ilerlemiş olmasaydım eve geri dönmemiz gerekecekti.

Muayenenin sonucunda doğumun gerçekten başladığını ve oldukça ilerlediğini anlayınca bizi odamıza aldılar. Tercihimizi hem doğumu yapabileceğim hem de sonrasında hastaneden çıkana kadar kalabileceğim özel odadan yana yapmıştık. Böylece doğum için doğumhaneye gitmeme gerek olmayacaktı. Odaya yerleştik. Yine Steve Halpern’in rahatlatıcı müziğini çalmaya başladık ve ben canım yastığıma sarılıp olayın akışını vücuduma ve bebeğime bıraktım.

HypnoBirthing'i bu kadar benimsememin bir başka nedeni de, kadının kendi vücuduna olan güvenini arttırmasının yanısıra, babayı da doğum sürecinin vazgeçilmez bir parçası haline getirmesi oldu. Tüm dersler boyunca Doğan da doğum sırasında ne yapması gerektiğini, ne zaman saçımı okşayıp ne zaman su içmemi hatırlatması gerektiğini öğrendi. Gerçekten de ne zamanki sancılarım giderek sıklaşmaya ve şiddet olarak da artmaya başladı, Doğan'ın desteği daha da önem kazandı. Eğer o beni sürekli destekleyip rahatlatmasaydı herhalde kolay kolay bu işi bitiremezdim.

Annemi de çok güzel hazırlamıştık. O da nerede ne yapması gerektiğini çok iyi anlamıştı, ve ihtiyacım olduğu zamanlarda beni rahatlatmak için sürekli yanımdaydı.

Mt. Sinai hastanesi ve özellikle benim doktorum doğal doğum ve HypnoBirthing konusunda deneyimli oldukları için her şey tam istediğimiz gibiydi. Serum ve düzenli monitör de olmak üzere hiçbir tıbbi müdahaleyi gerek olmadığı müddetçe istemediğimi belirttiğimde anlayışla karşıladılar. Su içmeme, kasılmalarla başa çıkmak için istediğim gibi hareket etmeme hiç karşı çıkmadılar.

Hemşiremiz de isteklerimize çok saygılıydı. Aralıklı olarak bebeğin kalp atışlarını dinlemeye geliyor, beni muayene ediyor, sonra da bizi yalnız bırakıyordu. Deniz'in gün ışığına çıkmaya karar verdiği noktada doktorumu odaya çağırdı.

Bu noktadan sonra tamamıyla içgüdülerimle hareket ettim. Doktorumun yönlendirmesi, Doğan'ın telkinleri, annemin saçımı okşaması ile birlikte yaklaşık 45 dakikanın sonunda Deniz avuçlarımın arasındaydı. Her şey o kadar doğal ilerlemişti ki doktor bebeğimi bana çıkarttırmıştı içimden...

Deniz'i ellerimin arasına aldığım anla ilgili ilk hislerim ne kadar sıcak, kaygan ve küçük olduğuydu… 3 kilo 230 gram... 230 gramı da var... Adeta 1 paket kıyma ağırlığındaki bu kadar küçük birşeyin böylesine kusursuz olması o kadar mucizevi ki... Kıpkırmızı dudakları, 10 parmağı, her parmağının üzerinde muntazam tırnakları, itilip sıkışmaktan yamulan ve hemşirenin korkmayalım diye hemen şapkasını giydirdiği kafasının üstündeki simsiyah saçları.... Kusursuz...

Bundan 45 dakika öncesine kadar "Bebek bir çıksa da ben de iyi bir uyusam" diye düşünen, hatta bir ara "Yeter! Ben eve gidiyorum. Kendisi orada kalabilir, bu iş bitmiştir" diyen ben bebeğimi gördüğüm anda bütün yorgunluğumu, acıyı unutmuştum:

"Demek senmişsin beni habire tekmeleyip duran... 5 dakikada bir tuvalete koşturan... Karnımın içinde hıçkırıp da göbeğimin üzerindeki tabağı düşürmeye kalkan... Kıpır kıpır oradan oraya debelenirken baban 'Bana bir masal anlat Baba'yı söylediğinde durup dinleyen... Senmişsin benim hayatımın yeni anlamı. Hoşgeldin hayatıma..."

Deniz'in doğumu hayatımda şimdiye kadar yaşadığım en muhteşem, en unutulmayacak gündü. Biliyorum ki bin kere daha aynı tercihi yapacak olsam hiç düşünmeden yine doğal doğumu seçerim. Canım yandı mı? Hatırlamıyorum. Çünkü o günle ilgili aklımda kalan en son şey canımın yanması. Oğlumu kucakladığım anı ise hiç unutamayacağım.

8 Mayıs 2009 Cuma

Arkadaşım Müzik

Biz Deniz'le genelde evde radyo dinliyoruz.

Çoğunlukla da TRT Radyo 3'ü tercih ediyoruz.

Klasik müzik, pop müzik ve jazz müziği çok güzel harmanlıyorlar. Gerçi Deniz Jazz yayınının başladığı saatlerde yatmaya hazırlanıyor oluyor ama ben -Doğan eve vakitlice geldiyse- Deniz'i onun üstüne salıyor ve şarabımı alıp bu keyifli melodilerin tadını çıkarıyorum.

Radyo 3'te bir de Arkadaşım Müzik diye bir program var.

Cumartesi ve Pazar günleri saat 10.00'da yayınlanan bu program çocukların ilgisini çeken konuları işliyor:
  • Çocuktan Al Haberi: Çocuk sanatçıların, çocuk ve gençlik korolarının çocuklara ve gençlere yönelik sanat faaliyetlerinin, festival ve yarışmaların anlatıldığı, çocukları ve gençleri ilgilendiren yurt içi ve yurt dışı sanat olaylarının ve haberlerinin yer aldığı, çocuklar ve gençler için yazılmış müzik kitaplarının tanıtıldığı, müzik dergisi tarzında hazırlanan bölüm.
  • Ton Amca’nın Stüdyosu: Dünya çapında ün yapmış büyük bestecilerin çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemlerine yönelik kısa dramatize öyküler.
  • Müzik Ellerimin Altında: Bir müzikseverin müzik dolabında mutlaka bulunması gereken temel eserleri tanıtan, çalgıların yakından tanınması için kolay algılanabilen konçertolardan, orkestra ve solo eserlerden örneklerin sunulacağı bölüm.
Her ne kadar Deniz programın içeriğini anlayabilmek ve takip edebilmek için küçük olsa da dinlemesinde fayda olduğuna inanıyorum. En azından kulağı radyo denen şeye alışıyor.

Annem bize evde hep klasik müzik dinletirdi. Pazar sabahları Radyo 3'le uyanırdık. Klasik müziği ve genelde müzik dinlemeyi bu kadar sevmemde annemin sıklıkla dinletmesinin rolü olduğunu düşünüyorum.

Şimdi ben de aynısını oğlum için yapıyorum. CD player'ların neredeyse tavanaralarına kaldırılmak üzere olduğu, benim artık hızına yetişmekte oldukça zorlandığım bu MP3 devrinde bu tip spontane programların öneminin daha da arttığı kesin...

Arkadaşım Müzik'ten sonra Pazar günleri bir de TRT Çocuk Korosu'nun yarım saatlik bir programı var.

Her ikisi de dinlemeye değer...

TRT Radyo 3'ün frekanslarının listesi burada. Yayın akışı ise bu adreste: http://www.trt.net.tr/Radyo/RDAkis.aspx?gunler=1&kanal=2&akistur=1&tdgun=0&control=-1

7 Mayıs 2009 Perşembe

Neden Doğal Doğum? Neden HypnoBirthing?


Doğal doğum nedir? Adı üstünde: Doğal... Olması gerektiği gibi... Gereksiz müdahaleler olmadan... Binlerce yıldır olduğu gibi...

Dün bir anne-çocuk dergisini karıştırırken günümüzün ünlü annelerinden biriyle yapılmış olan bir röportajı okudum. Sezaryeni 'tercih' etmiş olan bu anne gerekçesini "Ben normal doğum yapacak kadar cesur biri değilim" diye açıklamış.

"Vay be! Meğer ben ne cesur insanmışım" diye düşündüm kendi kendime. Kuzenimin elindeki ölü kelebekten kaçacağım diye boş havuza düşüp dişini kıran ben aslında ne de çetin cevizmişim.

Ya da... Birileri bu kadıncağıza doğal doğumla ilgili korku hikayeleri anlatmış. Acı, kıvranma, çığlık, ter, bağırma, çağırmadan ibaret, ancak ve ancak "cesur" kadınların haddine düşen bir olay olduğunu söylemiş.

Ortada yanlış birşeyler var.

İşte HypnoBirthing bu yanlışlığı düzeltmeye çalışan, doğal doğumla ilişkilendirilen ‘ağrı ve acı’ kavramlarına bambaşka bir tanımlama getiren bir yöntem.

Daha hamile kalmadan önce tıbbi bir gereksinim olmadığı takdirde sezaryene yönelmeyeceğimi biliyordum. Deniz’e hamileyken de bu görüşüm değişmedi. Doğal doğum istediğimi doktorumla paylaştığımda kendisinin de keyfi sezaryeni hiç tavsiye etmediğini öğrenmek beni çok rahatlattı. Ancak doktorum ilaçsız doğum yapmak istiyorsam kendimi bu konuda bilgilendirmem gerektiğini, çünkü ciddi bir ağrının söz konusu olacağını ve hazırlıksız gelirsem büyük ihtimalle ilaç almak isteyebileceğim için moralimin bozulacağını söyledi; ve bize son zamanlarda doğal doğum konusunda yeni bir yaklaşım olan HypnoBirthing'i tavsiye etti.

Doktoruma çok güvendiğim için tavsiyesine uydum ve verdiği telefonu aradım. Telefona çıkan ve HypnoBithing derslerini veren Vivian'ın sesi o kadar güzel, o kadar rahatlatıcıydı ki, anında yakınlık hissettim kendisine, ve doğal doğum fikrine daha çok ısındım.

Vivian verdiği derslerden birine Doğan'la birlikte misafir olarak katılmamızı tavsiye etti. Dersin sonunda kararımızı vermiştik: Biz de bebeğimizi HypnoBirthing yoluyla dünyaya getirecektik.

Doğuma 5 hafta süren bir kurs ile hazırlandık. Derslerin hepsi birbirinden rahatlatıcı ve bilgilendiriciydi. Kendisi hipnoz ve gevşeme teknikleri üzerine uzman olan ve o güne kadar birçok kadının HypnoBirthing ile doğum yapmasına tanık olan Vivian bize doğumun filmlerde görmeye alıştığımız çığlıklı, koşturmalı, hastaneye-son-anda-yetişmeli, eşine “Hepsi senin suçun!” diye bağırmalı sahnelerden çok farklı olduğunu, normal bir doğumun oldukça uzun, yer yer neredeyse sıkıcı bir süreç olduğunu anlattı.

HypnoBirthing’in en önemli ve farklı tarafı öğretilen rahatlama teknikleri. Ben aslında hipnoz tekniğiyle rahatlayıp gevşeyebilen bir insan değilim. Ya da olmadığımı düşünürdüm. Ancak derslerde gösterilen teknikler, dinletilen müzikler, söylenen rahatlatıcı sözler ister istemez gevşemeye itiyor insanı…

HypnoBirthing kadına, kendi vücudunun doğumun üstesinden nasıl geleceğini bildiğini adeta kanıtlıyor.

Anne hiçbir şey yapmasa da, hiçbir ilaca, hiçbir müdahaleye gerek olmadan annenin bütün kasları, bütün organları bebeğin doğum kanalına girmesi, orada kendi hızında ilerlemesi ve gerektiği zaman da anneden ayrılarak dünyaya gelmesi için inanılmaz bir uyum içinde çalışıyor.

Genelde ‘sancı’ ya da ‘ağrı’ diye adlandırılan kasılmaları doğal kabul edip, onların verdiği rahatsızlığı acı olarak değil de bebeğine kavuşma anının giderek yakınlaşmasının sinyalleri olarak algılayabilince daha bir farklı yaklaşıyor insan doğal doğum olayına…

HypnoBirthing ‘ağrıyı’ doğumun doğal bir parçası olarak görüyor ve korkulması gereken bir tabu olmaktan çıkarıyor. Her bir kasılmanın verdiği sıkıntıyla başa çıkmak için sadece rahatlatıcı nefes tekniklerini değil, kasılmaları atlatmak için çok etkili olan basınç noktalarını, esneme yöntemlerini de öğretiyor.

Keşke birileri bu ünlü anneye de HypnoBirthing'den bahsedip, kendinde olmadığını sandığı cesaretin aslında her kadının içinde olduğunu söyleseymiş.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Yapıştır, Tamamla, Boya! Harika bir seri...

Doğan Egmont Yayıncılık tarafından 2 yaş ve üstü çocuklar için hazırlanan ve Çiftlik Hayvanları, Küçük Hayvanlar, Orman Hayvanları ve Vahşi Hayvanlar olmak üzere dört kitaptan oluşan nefis bir seri var piyasada. Ve artık Deniz'in kitaplığında da...

İlkini bundan birkaç ay önce Remzi Kitabevi'nde görüp almıştık. Resimlerin çok sevimli olmasının da ötesinde, boyama alanlarının büyüklüğü ve çizgilerin kalınlığı da Deniz'in yaşı için uygun görünmüştü gözüme.

Nitekim Çiftlik Hayvanları'nı Deniz'le bir nefeste (!) bitirdik. Ertesi hafta Küçük Hayvanlar'a başladık.

Uzun süre seriyi tamamlamak istedim ama Remzi'de bulamadım.

Bugün D&R'da geri kalan iki kitabı da bulduk ve tabii ki hemen aldık. Kitapların hepsi de birbirinden sevimli ve güzel düşünülmüş. Fiyatları (tanesi) 4,5 TL civarında (internetten alınca yaklaşık 1 TL daha ucuz), yani oldukça uygun. Tek olumsuz tarafı çıkartmaların kolay çıkmıyor olması. Özellikle Küçük Hayvanlar'dakiler Deniz'i "İİİİEEEEHHHHHH!" diye bağırtmakla kalmıyor, beni de deli ediyor.

Bir başka avantajı ise kitapların gerek boyut gerekse ağırlık (hafiflik) olarak çantada taşımaya çok uygun olması. Dışarıda yemek yemeye gittiğimizde Deniz masada kıpırdanmaya başlayınca hemen çıkarıveriyorum, ister çıkartmaları yapıştırıyor, ister yanımızda taşıdığımız pastel boyalarıyla boyama yapıyor.

2 yaş çocukları için uygun boyama kitabı çok fazla olmadığı için bu seri oldukça uygun ve sevimli bir seçim oluyor. Devamının gelmesi dileğiyle...

5 Mayıs 2009 Salı

Anneler Günü için Alternatif Hediyeler

Gazetelerdeki "Annenize mutfak robotu alın, ancak o şekilde mutlu olur" ya da vitrinlerdeki "Onu sevindirmek istiyorsanız mutlaka pahalı bir mücevher almak zorundasınız" türünden mesajlardan bıktım usandım.

Kendim senelerdir öyle bir hediye almıyorum anneme. Annem için, her sene başka bir sivil toplum kuruluşuna (STK) bağış yapıyorum.

Aklıma gelen STK'ları aşağıda listeliyorum. Asıl yapmak istediğim hangisinin Anneler Gününe özel sertifika ya da proje düzenlediğini listelemekti. Ancak birkaçı hariç beni doğru dürüst bilgilendiren olmadı (Bkz. Zorla iyilik YA-Pİ-CAM). Ben de oturup tek tek web sitelerinden bağış yapılabilecek linkleri buldum. Anneler Günü ya da değil, hepsi bir şekilde adına bağış yapılan kişiyi bilgilendiriyorlar nasıl olsa... Ve hepsi de çok güzel işler yapıyorlar.

Bu sene annesine maddi bir hediye almak yerine onun adına bağış yapmak isteyenler için aşağıdaki liste bir başlangıç olabilir. Elbette bu liste uzayıp gidebilir, bunlar sadece ilk etapta aklıma gelenler:


Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı (Koruncuk) - Bu sene 30. yılını kutlayan Koruncuk en az 20 TL bağış yapan herkese Anneler Günü için özel bir sertifika veriyor. Ayrıntılı bilgi için http://www.koruncuk.org/

Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) - Özellikle okul öncesi eğitimin önemini vurgulayan ve "7 Çok Geç" kampanyasıyla tanınan AÇEV de internet üzerinden kredi kartı ile ya da daha geleneksel yöntemlerle bağış imkanı sunuyor: http://www.acev.org/bireysel_destek.php?id=26&lang=tr

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) - Geçtiğimiz günlerde Fazıl Say'ın muhteşem konseriyle 20. yaşını kutlayan ÇYDD'nin Anneler Günü ile ilgili özel bir sertifikası olup olmadığı konusunda henüz bilgi alamadım. Ancak web sitelerinden kredi kartı ile bağış kabul ediyorlar: https://secure.cydd.org.tr/bagisform.asp

Lösemili Çocuklar Vakfı (LÖSEV) - Kurulduğu 1998 yılından beri 5000'e yakın lösemili çocuk ve aileyi yaşama bağlayan LÖSEV, 50 TL ve üzerindeki bağışlar için "LÖSEV Yaşam Sertifikaları"nı istenen kişilere gönderiyor: http://www.losev.org.tr/v2/tr/content.asp?ctID=428. Ayrıca ISPANAK mağazasında satılan ve tedavi gören çocukların anneleri tarafından yapılan 38 çeşit ürün de Anne'ye 'dokunulabilir' bir hediye almak isteyenler için çok güzel alternatifler sunuyor.

    Tüvana Okuma İstekli Çocuk Eğitim Vakfı (TOÇEV) - Ailesinin maddi yetersizliği sebebiyle okul hayatından mahrum kalan çocuklara okuma imkanı sağlamayı hedefleyen bu vakıf da internet üzerinden üstelik başkası adına da bağış yapma imkanı sunuyor: http://www.tocev.org.tr/bagis.asp Her ne kadar formu doldurduktan sonraki sayfa görüntülenemese de bağış yapmak üzere telefonla iletişime geçilebilir: 0 212 282 89 16

    Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA) - İnternet üzerinden bağış yapabilmek için üye olmak gerekiyor (Bağış yapmak bu kadar zor olmamalı!): http://www.tema.org.tr/Sayfalar/BizeKatilin/BagisYapin.html#

    Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV) - Türkiye'nin, eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın sivil toplum kuruluşu olan TEGV'in internet üzerinden bağış kabul edip etmediğini açıkçası ben anlayamadım. "Bağışçımız olun" linkinden sonra biraz kayboluyor insan sayfada. Ancak http://www.tegv.org/v4/# adresinde banka hesap numaraları var, daha detaylı bilgi herhalde vakıf merkezinden alınabilir: 0216 492 32 32

    4 Mayıs 2009 Pazartesi

    Zorla iyilik YA-Pİ-CAM!

    Elif: Deniz'ciğim, yapma.
    Deniz: Yapicam.
    Elif: Yapma dediysem yapma!
    Deniz: YA-Pİ-CAM!


    Ben de YAPİCAM. Zorla güzellik olmaz derler ama zorla iyilik olacak, en azından ben yapınca olacak.

    Koruncuk'un Anneler Günü için hazırladığı sertifikaya burada yer verdikten sonra kendime dedim ki, "Ben en iyisi şöyle bir 10 tane kadar sivil toplum örgütünü arayayım. 'Bana bakın, ben 'Anneler Günü için alternatif hediyeler' şeklinde bir liste hazırlayacağım. Bugüne özel çalışmanız, sertifikanız, neyiniz varsa bana gönderin, ben de blogumda paylaşayım' diyeyim."

    Ve aklıma gelen ilk isimleri aradım: ÇYDD, AÇEV, TOÇEV, LÖSEV, TEMA ve TEGV.

    Daha önce bir doğum günümde arkadaşlarımdan hediye istemek yerine nakit para istemiştim. Yine ÇYDD'yi aramıştım; Baba Beni Okula Gönder kampanyası kapsamında para toplamıştık; ÇYDD de parayı Gaziantep'te bir okula göndermişti. ÇYDD süper çalışmış, her aşamada beni bilgilendirmişti. Ancak yine de bir eksiklik vardı. Ben böyle bir fikirle onlara yaklaştığımda benim üstüme atlarlar diye düşünmüştüm (en azından ben Amerika'da çalışırken biri "Size bağış yapmak istiyorum" dediğinde biz öyle yapardık) ama bana onu pek hissettirememişlerdi. Olsundu, yine de süper bir iş yapıyorlardı. Ve nihayetinde bağış yaptığımız okulun müdürü arayıp da yıllık kırtasiye ihtiyaçlarını karşıladığımız için teşekkür ettiğinde gözlerim dolmuştu, bunu da bağış yapan tüm arkadaşlarımla paylaşmış ve hepsine teşekkür etmiştim.

    Bu doğum günü organizasyonunu yaptığım zaman ÇYDD'ye birkaç ay sonra oğlumun da doğum günü olacağını, aynı uygulamayı onda da yapmayı düşündüğümü söyledim. Ne de olsa Deniz'in birinci yaşını kutlayacaktık ve de ne hediye aldığını umursamanın ötesinde farkında bile olmayacaktı. ÇYDD'den takip eden aylarda bir telefon, bir e-mail bekledim. "Hayırdır Elif Hanım, böyle böyle birşeyden bahsetmiştiniz. Gerçekleştiriyor muyuz? Biz nasıl yardımcı olalım?" derler diye umdum. Ancak arayan soran olmadı. Ailemden de "Bize bak kız Elif! Bırak da oğlanın ilk doğum gününde istediğimiz gibi hediye alalım!" diye neredeyse tehdit boyutuna varan talepler gelince planı rafa kaldırdım.

    Şimdi de TEMA'yı aradığımda benzer bir şaşkınlıkla karşılaştım:

    Elif: İyi günler beyefendi... Benim bir blogum var, orada Anneler Günü için hediye almak yerine sizin gibi sivil toplum örgütlerine bağış yapılmasını teşvik etmek istiyorum. Sizin bugüne özel sertifika ya da bir çalışmanız varsa bana gönderin, ben de yayınlıyacağım.
    TEMA Görevlisi: Yanlız 10,000 tane fidan bağışı yapmadan link veremezsiniz.
    Elif: Efendim?..
    TEMA Görevlisi: Web sitenizden link veremezsiniz.
    Elif: Anlatamadım galiba... Naçizhane blogumdan size link vereceğim; size bağış yapılmasını teşvik etmek amacıyla böyle birşey yapmak istiyorum.
    TEMA Görevlisi: Siz bilirsiniz...
    Elif: Peki...

    Yine hayalkırıklığı...

    Türkiye'deki bu önde gelen sivil toplum kuruluşlarının 'potansiyel bağışçıları' (bu durumda ben ve çevrem) 'reel bağışçılara' çevirmek için daha kırk fırın ekmek yemeleri gerekiyor.

    Geçmişte olsa bu duruma sinirlenir, etrafımdakilere bunlar hakkında verip veriştirirdim. Ama artık öyle değil. Ha ha! Benim de içimdekileri dışa vurabildiğim mini mini bir platformum var. O halde ne yapıyoruz? Orada burada söylenmek yerine oturup yazıyoruz, birileri duysun diye. Ki duyacak.

    Daha da ileri giderek, kimsenin bana link mink göndermesini beklemeden ben oturup kendi "Anneler Günü için alternatif hediyeler" listemi hazırlayacağım. Hiç de öyle fidan dikmeme falan gerek yok (ki hem dikmişliğim, hem de diktirmişliğim var). Ne de olsa hepsinin web sitesi var. Bağış sayfalarına link veririm ben de!..

    Gerek ÇYDD, gerek TEMA, gerekse diğerleri... Hepsi çok güzel, çok önemli, çok kutsal işler yapıyorlar ve desteklenmeleri gerekiyor. Sadece birisi "Size yardım etmek istiyorum!" dediğinde o kişiyi nasıl iyi hissettireceklerini öğrenmeleri gerekiyor.

    Eminim o da olacak. Ama o olana kadar ben kendi yardımımı zorla YA-Pİ-CAM!