30 Nisan 2009 Perşembe

"Allah sana senin gibi bir kız çocuğu versin"

90'ına merdiven dayamış babaannem: Kızııım, Deniz kaç yaşında oldu şimdi?
Elif: İki.
90'ına merdiven dayamış babaannem: Tamam, bir de kız yap, postayı kes.
Elif: Peki!..

YA DA...

Orada burada karşılaştığım teyzeler, kız çocuk/torun sahibi insanlar: Allah sana senin gibi bir kız çocuğu versin.
Elif: Hı hı, amin...

Vermezse ne yapayım? Hem teknik olarak bu talebinizi erkek tarafına iletmeniz lazım ama neyse...

"Sağlıklı olsun da ne olursa olsun" klişe duyulsa da, tüm kalbimle bu inançta olduğumdan "İnşallah ikincisini yaptığımda kız olur" diye bir temennide bulunmuyorum.

Ama bugün bir duraladım...

Uzaktan şöyle bir baktım oğluma. O kadar hareketli, o kadar gürültülü, o kadar, o kadar, o kadar ki... "Allahım, bundan bir tane daha olursa ben ne yaparım evin içinde?!" diye aklımdan vallahi geçirdim.

Daaaaan, duuuun tavaları yerlere vuruyor. Kafkas Dansı yaparmışcasına koşup koşup dizlerinin üstünde yerde kayıyor. Arkadaşlarını, özellikle kızları sinir etmeye bayılıyor. Zavallı köpeğimiz Paphia'nin çektiklerine değinmiyorum bile.

Sürekli "Deniz'ciğim, no!", "Leave Paphia alone"; "Don't jump on people"; "Stop blowing raspberries when you have food in your mouth!"; DON'T THIS, DON'T THAT!

Bir de bu çıktı başımıza:
E: - Deniz'ciğim, do you want to eat pasta or pilaf with your dinner?
D: I don't want to eat pasta, I don't want to eat pilaf. I just want to play!
E: That's not an option.
D: That is an option.
E: (İçimden) Do you even know what an option is, you little midget?!

Müzik dersinde kızlar cici cici oturup şarkı söylerken güm güm tempo tutan, ders bitiminde kızları da kendine uydurup çığlık çığlığa koşturan bu veletten günün birinde bir tane daha olursa ben ne yaparım?

Herhalde zil takıp oynarım...

Pırlanta Olmazsa Olmaz!

"Bir demet çiçek, bir kaç öpücükle bir Anneler günü daha geçmez. Ariş'e gelin, Anneler Gününüz pırlantalı olsun!"

YUH!

"Annenizi ne kadar seviyorsanız ona o kadar pahalı hediye alırsınız" mesajını veren çok reklam görmüştüm, ama birçok annenin dört gözle beklediği 'bir demet çiçek, bir kaç öpücüğün' bu kadar aşağılandığı bir reklam daha görmemiştim. Mutlaka vardır, ama ben görmemiştim.

İnanmıyorsanız buyurun kendi gözlerinizle bakın: http://www.arismedya.com/

Deniz'e de böyle öğreteceğim... "Oğlum bak, öyle beni salya sümük öpmekle, parka gittiğimizde yolduğun çimleri çiçek sanıp kucağıma bırakmakla bu iş olmaz. Baban tutsun minik elinden, git Ariş'e, artık Altın Kalpler Pırlantalı Düşleri mi alırsın, Damla Anturaj Yakut Yüzüğü mü tercih edersin, bilemeyeceğim. Doğumunda sana açtığımız banka hesabındaki para neye yetiyorsa onu al; yoksa öyle bir demet çiçek, bir kaç öpücükle karşıma çıkma bu Anneler Gününde, e mi yavrum?"

Iyk, midem bulandı.

29 Nisan 2009 Çarşamba

Hikaye Okuma Saatleri

Bu Hikaye Okuma Saati işine kafayı fena taktım.

Deniz'e 3 aylık olduğundan beri kitap okuyorum. O miniminicik haliyle kucağıma oturtup elime de kitabı aldığında tabii ki hiçbir şey anlamamıştı. Ama ben yine de okudum, uyku öncesi ritüeline çevirdim ve oğlumun ikinci kelimesi "pitap" oldu. (İlki "kaaga" idi).

Amerika'da yaşayan, çok sevdiğim, annelik stilini çok beğendiğim ve kendime yakın bulduğum bir arkadaşım var. Kızını haftada en az bir kere devlet kütüphanesindeki 'hikaye okuma saatleri'ne götürürdü. Prenses'in (ben kendisine öyle sesleniyorum) bir ara en sevdiği aktivitenin bu olduğunu söylemişti arkadaşım. Zaten kütüphanedeki kitapların herhalde yarısı evlerindeydi. O kadar güzel bir sistem geliştirmişler ki... Her gittiğinde yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık 8 tane kitap alabiliyor. Onları geri verdiğinde yenisini alıyor. O kadar sevilen ve yaygın bir etkinlik ki bu hikaye okuma saati, değişik temalıları bile oluyor, pijama saati gibi mesela...

İçim gitti. "Hala Amerika'da yaşıyor olsaydık Deniz de bundan faydalanabilirdi" düşüncesiyle Kadıköy Çocuk Kütüphanesi'ni aradım. Aldığım cevap bir masalcı teyzenin olduğu, ancak düzenli olarak gelmediği, zaten de fazla bir talep olmadığı yönündeydi. Okul öncesi çocuklarına yönelik çok fazla kitaplarının da olmadığını söylediler.

Sırf bu amaçla çocuklar için kitabevi açmayı düşündüm. (You've Got Mail'i biraz fazla seyrettim galiba!) O sıralar yaşadığımız Feneryolu'ndaki apartmanın karşısında bir dükkan boşalıyordu. Doğan'a "Hadi tutalım, çocuk kitapçısı yapalım!" dedim. "Aşkım, bence çok güzel bir fikir, ve fakat D&R'lar seni bir lokmada yer" dedi. Ben de hüsranla bu hayalimden vazgeçerek yenilgiyi kabul ettim ve kendimi (ve Deniz'i) fırsat buldukça Kanyon'daki D&R'ın çocuk bölümüne attım.

Sonra... Sonra Mohini'de bir Tırtıl Kitabevi açıldı. Bir de gittim ki -- benim kitapçım! Hayalimde düşündüğüm yeri (biraz daha romantikti ve nostaljikti benim hayalimde tasarladığım) birisi düşünmekle kalmamış, üstelik de D&R'lardan korkmamış, kalkıp hayata geçirmiş. Bana da içimdeki hasedi bir kenara bırakıp bu güzel fikri buradan paylaşmak düştü.

Salı günleri saat 5'te İngilizce Kitap Okuma saati yapıyorlar. Şimdiye kadar iki kere gittik. İlki oldukça keyifliydi. Ancak ikincisinde tek katılmcı bizdik! Havanın güzel olması da insanları kapalı mekana gelmekten alıkoymuştu sanırım.

Umarım böyle yerler giderek artar. Bence D&R'lar da Amerika'daki Barnes & Noble misali bu hikaye okuma saati işine girmeli. Çocukların ayağı kitapçıya alışır.

Ben de işin Kemerburgaz ayağını üstlenip, buradaki kitapçılara "Bakın kardeşim, ben gelip haftada bir çocuklara kitap okumak istiyorum, var mısınız?" demeyi düşünüyorum. Bakalım...

"Babası yabancı mı?"

Yer: Selamiçeşme Parkı çocuk oyun alanı, bir bahar günü
Elif: Deniz'ciğim, you have to go up the stairs first, and then down the slides. You're going to fall down!
Deniz: Annneeeeaah! Pick me up!
Parktaki yaşlı teyze: Kızım, neden yabancı dil konuşuyorsun oğlanla? Babası mı yabancı?
Elif: Hı hı...


Neden oğlumla İngilizce konuşuyorum? Çünkü Türkçe'yi nasıl olsa öğrenecek. Türkiye'de yaşadığımıza göre, ben onu tecrit edilmiş bir şekilde evin içine hapsedip sabah akşam İngilizce BabyTV'yi dayamadığım sürece illa ki konuşacak...

Kolay mı? Hayır. Çocuğa bazı şeyleri anadilinde bile anlatabilmek zor birşey bence...

Değer mi? Kesinlikle evet.

Nereden başlamalı? Tam buradan: Multilingual Children's Association


Neden blog tutayım?

Neden tutmayayım ki? Asıl soru "bunca zaman aklım neredeydi?" olmalı... 2 senedir onunla bununla kavga etmekten yoruldum, yaşlandım. O taksici bana küfretti-plakasını al; bu adam kaldırıma park etmiş, bebek arabasıyla geçemiyorum-sileceğini kaldır; çocukların gittiği yerlerde sigara içiyorlar-nereye şikayet edebilirim, bunların sonu gelmiyor.

Amerika'dan döndüğümden beri iki hayatı kıyaslayıp duruyorum. Döndüğüme pişman olmayı bırak, burada mutlu olabilmek adına "Nereden kalkıp da elin memleketine gittim; daha iyisini gördüm? Ne güzel burada gül gibi yaşayıp duruyordum" diyorum. Ona laf yetiştir, bununla kavga et... Mutsuz, huysuz bir insan oluyorum. Halbuki gir blogger'a, ver veriştir. Duyan duyar, duymayan duymaz. En azından içimde kalmamış olur.

Buradan kalkıp gittiğimde 23 yaşında, üniversiteden yeni mezun olmuş, yeni evli, pek bir heyecanlı bir gençtim. Yaklaşık 10 sene sonra döndüğümde yurdunu, ailesini çok özlemiş, 2 aylık bebeğiyle sevdiği şehir İstanbul'da yepyeni bir hayata dört gözle bakan bir kadındım. 10 senede çok değiştim. Para kazanmayı, ev geçindirmeyi öğrendim. Sevdiklerini kaybetmenin acısını yaşadım. Anne oldum. "Gurbette yaşamak" neymiş, anladım. Tabii ki 10 senede Türkiye de çok değişti. Buraya dönerken bazı standartlarımın değişeceğini, özellikle bebekle günlük yaşamın Amerika'daki kadar kolay olmayacağını biliyordum. Ama açıkçası bazı konularda bu kadar hayal kırıklığına uğrayacağımı da tahmin etmiyordum.

Sanırım burada yapmaya çalışacağım şey -sıkıntılarımı ifade etmenin de ötesinde- benim gibi sudan çıkmış balık gibi hisseden annelere tecrübelerimi anlatmak, birşeyler paylaşmaya çalışmak olacak.

İstanbul'da sudan çıkmış balık gibi hisseden bir anne olmak için mutlaka yurtdışında 10 sene yaşamış olmak gerekmiyor bence:

  • Çocuğunu devletin kütüphanesinde hikaye okuma saatlerine götürmek istediğinde "Valla bir masalcı teyze var ama, pek istek olmuyor" cevabını alan;
  • Mohini gibi sadece çocuklar için yapılmış bir alışveriş merkezindeki restoranda bile sigara yakıldığını görünce "maalesef, müşterilerimizin yüzde 90'ı içiyor" cevabıyla karşılaşan;
  • "Beyefendi, kaldırıma park ediyorsunuz, sizin yüzünüzden bebek arabasıyla yola inmek zorunda kalıyorum" dediğinde "Peki ben Sarıyer Börekçisi'nin avukatı olarak nereye park edeyim kardeşim, sen de git işine!" diye azar işiten;
  • Bir anne-çocuk dergisine, "Çocuklarla yapılacak şeyler, gidilecek mekanlar" ekine "Lütfen, lütfen sigara içilmeyen restoranları öne çıkarın ki sayısı artsın" diye yazdığında "elektronik postanız elimize geçmiştir" diye otomatik bir cevap bile alamayan;
  • Huzurlu bir pazar akşamı, tam oğluna kitap okumaya başlamak üzereyken İstanbul'un en 'nezih' yerleşim yerlerinden biri olan Kemerburgaz'daki evinin arkasındaki apartmanının garajını düğün salonuna çeviren kalabalığı şikayet edecek merci bulamayan;
  • ...

her anne benim yaşadığım dumuru yaşıyordur, dolayısıyla paylaştıklarımda kendisine ait birşeyler bulacaktır diye düşünüyorum.

Ben sıradışı yetenekleri olan bir insan değilim. Süper yemek yapmam, bir sürü kurabiye tarifi bilmem. Tığı küçükken kardeşimin gözüne sokmak için belki elime almışımdır. Yani bu blog'da 'günün pastası' ya da 'ayın tığ işi' olmayacak. Müzik kulağım iyidir ama piyano derslerimi voleybol sevdasına bıraktım. Kariyer hırsım hiç olmadı, başkalarına yardımım dokunsun diye hep vakıflarda çalıştım. Şu anda yaptığım tek ve en iyi şey anne olmak. Bilinçli, medeni, sevgi dolu, mutlu bir insan yetiştirmeye çalışmak. Bunu yaparken de yaşadıklarımı, yaşamak istediklerimi başka annelerle, sesimi duymak isteyenlerle paylaşmak istiyorum.

İşte bu yüzden blog tutuyorum.

28 Nisan 2009 Salı

İşte bu...

Neredeyse 2 senedir "Ben birşey yapacağım, ama ne?" deyip duruyorum. Kendi işimi mi kuracağım? Bir yerde mi işe gireceğim? Part-time mı, full-time mı? Paralı iş mi, gönüllü
iş mi? Deniz benim işe dönmeme hazır mı? Asıl ben onsuz olmaya hazır mıyım?

Evden tercüme yapsam? Özel ders versem? Hem -Deniz okuldayken- zamanımı değerlendirmiş olurum; hem de -akmasa da damlar şeklinde bile olsa- para kazanırım. Nereden başlayayım? Kime nasıl yaklaşayım? Macro Center'daki panoya mı ilan asayım? Bizim sitenin yönetimine mi sorayım? Kemer Country'nin club binasına ilan versem? Etrafıma mail atsam? Sağa sola ilan yapıştırsam? O mu? Bu mu? Ne? Hangisi???

Of! Yazarken bile içim sıkıştı... Neredeyse iki senedir bunlar kafamda dönüp duruyor.

Dün, bir ara aynı okula gittiğim, sonra senelerce görüşmediğim, sonra Facebook sayesinde yeniden kazandığım ve gerek sohbetini çok sevdiğim gerekse zekasını takdir ettiğim bir arkadaşıma 'ayaküstü' bir sohbet sırasında işte tüm bu aklımdan geçenleri anlattığımda "Neden kendi blogunu başlatmıyorsun?" diye sordu. Neden başlatmıyordum hakikaten? Facebook'ta sürekli "Elif bugün şöyle şöyle yaptı" diye statümü güncelleyip duruyordum ama Facebook'un benim hayatıma yetişemediğini düşünüyordum sürekli...

Ve ben işte bugün laptop'umu kucağıma aldım ve aklımdan geçenleri yazmaya başladım. Bakalım nereye varacak...